mürekkebi üstünde
Zaman bir zamane delikanlısı gibi rüzgar yeli olmuş esiyor tepemizde. Bu rüzgara çoktan hazırlamış bir reçete: Kasırga hızında bir tayfuna kapıldık, Siber Toplum’u yaşamaktayız!
Artan rekabet koşulları. Sürekli değişen piyasalar. Yeni teknolojiler; yeniden yapılanmalar, birleşmeler, krizler, fırsatlar. Bir açılıp bir kapanan bütçeler, stratejik işbirlikleri, gittikçe daralan marjlar. Marjinal iş dünyası; yaşlı dünyamızın tozunu dumanına katmakta, hepimiz peşinden koşturmaktayız. Neredesin Hannibal? Nerede kaldı fillerin? Babamın horozları da sustular ötmüyorlar artık. Bu koşuya tazı hızı da yetmez, artık bukalemun olmak zorundayız. Sürekli deri değiştirmeli ve daha yukarıya sıçramalıyız. Adaptörlerimizi takmalı; voltajlarımızı sıkı tutmalı, hızlı ve çevik olmalıyız.
Ofislerimiz, monitörlerimiz patinaj izleriyle doldu. Gün geliyor kalkıp masamızdan bir bardak su bile içemiyoruz. Açlık şekerlerimiz birer birer düşüyor. Kramplar, hipertansiyonlar, bel fıtıkları, mide ağrıları, böbrek taşları, migren ve panik atakları. Yakışır hepimize! Stres topu gibi yuvarlanmakta; hızlandıkça işimizde, hayatımızda irtifa kaybetmekteyiz. Yaşamımıza haz katacakken, sürekli işimize hız katmaktayız.
Kalender insanlardık. Şimdi hepimiz calendar’larımıza esir olduk; bir yastık, bir yorgan iş ajandalarımızla yatıp kalkmaktayız. İlişkilerimiz ofis dehlizlerinde, mesai fazlalarında soğudu. Gün ışığına hasret kaldık; önce nefes daraltıp, sonra nefes açıcılar almaktayız.
Dışarıda yaşanacak bir hayat, hâlâ biraz oksijen var! Klavyeler altıncı parmağımız, mouse’lar fare kapanlarımız oldu. Kısıldık kapanlarımıza, kendimize yaşamıyoruz.
Tamam işimizi seviyoruz; “Çok çalışmam gerek çok” öğretildi, biliyoruz. Neden işe herşeyimizi veriyoruz da kendimize bir “Bendensin” çekemiyoruz?
Ben bu hafta iş yavaşlatma eylemi yapacağım. Bilgisayarımdaki calendar’a şöyle bir göz kırpıp, kendi kendime kalender bir ajanda yapacağım, kendime çalışacağım, bir ışık kapısı açacağım, dışarıya çıkacağım:
Pazartesi akşamı: İşten erken ayrılacağım. Hanımı alacağım, sinemaya gideceğim. Sonra belki bir yerde bir değil iki kahve üst üste, uykumu kasten kaçıracağım. Taammüden epey bir geç yatacağım. Saati de kurmayacağım. Sabah karnım ağrıyarak uyanacağım, ola ki başım da döner? Velhasıl kolay kalkmayacağım. Tıraşımı damat tıraşı yapacağım; yavaş yavaş, kesmeden biçmeden, hiç acele etmeden. Yıllar sonra işe salı sabahı epey bir geç gideceğim. Akşam 17.30’da anında toz olacağım.
Salı sabahı: Çocukları erkenden kaldırıp kucaklayacağım, daha güneş doğarken ailecek sabah yürüyüşü yapacağım, parkta oynayacağım. Sahildeki balıkçı barınağında çaylar içip onlara rastgele diyeceğim, el sallayıp yolcu edeceğim. İşe saatinde gidip, saatinde çıkacağım. İşi uzatmayacağım, ömrümü uzatacağım.
Çarşamba öğlen: Anneme telefon açmayacağım, bizzat gideceğim. Hızsa hız, basacağım gaza, aman kırbaç gibi sırtımda babamı bu meşgalelerde kaybettim, ben anneme gideceğim, annemin yemeklerinden yiyeceğim, tonton yanaklarını sıkacak, gönlünü alacağım gönlüme katacağım.
Kendimi talim terbiye edeceğim. Artık, masamda tuna balıklı sandviçe talim etmeyeceğim. Perşembe öğlen: Şirkette en az tanıdığım arkadaşımı yemeğe davet edeceğim. Tanıyacağım, tanışacağım. Sohbet edeceğim, işin dışında ne varsa, hep işten konuşmayacak, içten konuşacağım. O akşam bütün dosyaları okumayı bırakıp yine tam mesai bitiminde çıkacağım; kitapçıya uğrayarak yeni kitaplar alacağım: Kitap okuyacağım.
Daha dur! Daha dur! Kalbimi kırdığım yeter. Cuma günü: Okul kırar gibi işi kıracağım.
Çıkıp tüm eskicileri dolaşacağım. Kızımın çalışma masasını gaspetmekten vazgeçiyorum. Kendimi horlamayacağım. Çukurcuma’da, belki de Horhor’da eski bir çalışma masası arayacağım. Bulursam iki de siyah saten eski memur kolluklarından alacağım, ara sıra masamda çalışırken takacağım. Şirket’in başına “Muhsin Bey” olacağım. Kimseyi takmayacağım. Daha bir cesaretlenirsem hele; rahmetli babamın eski şeritli daktilosunu da götüreceğim, kuracağım masama, iteceğim keyboard’u bir tarafa. Takacağım beyaz sayfaları; banal olsa da sanal olmasın, kendi elimle yazacağım, düşünerek tane tane, cırt cırt satır başları yapacağım, inci dizisi gibi takır takır mesajlar yazacağım, sonra onları uçak yapıp yan kübiklere uçuracağım. Yaramazlık yapacağım.
Akıl var izan var. İzin diye bir şey var. Bu hafta kendimi değil, iznimi kullanacağım.
Cumartesi gecesi: Arayacağım bulacağım bir latin bar; “Historia de un amor” nerede çalıyorsa eski sevgilim şimdi artık o benim karımı alıp oraya dansa gideceğim, şimdi kocası değil yine ilk aşkı olacağım! Ben o gözler için neler vermezdim, lakin herşeyimi işe güce verdim; o gece, bütün gece gözlerine bakıp duracağım, eskisi gibi gözlerinde kaybolacağım.
Pazar günü de delikanlılık arkadaşlarımı toplayacağım. Çok uzun zaman oldu uğramadım eski şehre, “Tarihi ve Turistik Süleymaniye Hamamı”na gidip yıkanacağım. Bildik dost hücrelerime kavuşana dek keseleneceğim. Göbek taşına yatacağım, stres balonlarımı birer birer köpük yapıp uçuracağım. Eski çocuk düşlerim; gençlik sevinçlerim suya düşmüş, yeni hayat mücadelelerim, iş tasalarım epeydir karabasan olmuş başımda, tüm karabasanlarımı hamam tasına koyacağım; faka bastırıp, kaynar suyla haşlayacak, başımdan aşağı aktaracağım. Sonra kurnadaki berrak suya elimi daldırıp eski düşlerimi, sevinçlerimi arayacağım, bulduğum kadarını avucuma alacak, sımsıkı tutacak, bırakmayacağım.
Ardından camiye uğrayacağım; benimkisi de iş mi, ben kendimi ne sandım, öyle bir ufak adam, adım adım küçüleceğim bulutlara halvet minarelerinin eteklerinde, kubbesine hayran hayran bakakalacağım! Mimar Sinan’ı sanacağım!
Çıkınca karşısındaki salaş lokantada; öyle menü, önden bir başlangıç, arkadan bir ara sıcak seçmece falan yok, talebelik günlerimdeki gibi, getir garson kardeş: Kurufasulye, pilav, turşu yiyeceğim.
Dönüşte sahil yoluna çıkıp yürüyüş de yapacağım. Arasıra kollarımı kaldırıp havaya derin derin, serin serin nefes alacağım, daralmış nefsimi açacağım. Beynimi hamamda yıkadım ya sahilde fön çekip havalandıracağım. Ofise bağlandığım yeter, bu hafta sonu evden ofise hiç bağlanmayacağım, gün ışığı göreceğim, hayata bağlanacağım!
Bunları yazıyorum ya vallahi yapacağım! Söz! Yapamazsam her iki avcuma kırkar cetvel vuracağım.
Şimdi hazırsanız dostlar: Niyetçiniz geldi hanımlar, beyler, beyaz miskin tavşanınız olacağım. Kepçe kulaklarımı çoktan diktim havaya; koydum patilerimi niyet kutunuzun üstüne, dişledim iki küçük kıvrık beyaz kağıt uzatıyorum önünüze: Birinde İŞ birinde YAŞAM yazılı. Çekin alın birini, koyun cebinize.
Biliyorum. Kolay değil hem demir gibi işlemek hem gönlünce yaşamak! Bu ikisi iki ayrı düğüm; birbirine karışmakta çoğu zaman, bir ters iki düz örülüp durmaktayız. Oysa örülen hayatımızdır, bir kördüğüm olmamalı. Peki ya “iş ve yaşam dengesi” nasıl kurulmalı? Bilen becerikli dostlar bize de anlatmalı.
İki Küçük Kıvrık Beyaz Kağıt
Yazar: Adnan Erdoğmuş
Zaman mum gibi eriyor yeşil örtülerde
Zaman kırbaç gibi sırtımızda
Zaman ateş oluyor
Kül oluyor
Savrulacak başımızda
Kalkın dostlar kalkın
Horozlar kulaklarımızın dibinde ötüyor
Horozlar ayaklarımızın altında
Dudaklarımız neden buz tutmuş gerçeğe
“Işık Kapısı”, Mehmet Erdoğmuş
Zaman bir zamane delikanlısı gibi rüzgar yeli olmuş esiyor tepemizde. Bu rüzgara çoktan hazırlamış bir reçete: Kasırga hızında bir tayfuna kapıldık, Siber Toplum’u yaşamaktayız!
Artan rekabet koşulları. Sürekli değişen piyasalar. Yeni teknolojiler; yeniden yapılanmalar, birleşmeler, krizler, fırsatlar. Bir açılıp bir kapanan bütçeler, stratejik işbirlikleri, gittikçe daralan marjlar. Marjinal iş dünyası; yaşlı dünyamızın tozunu dumanına katmakta, hepimiz peşinden koşturmaktayız. Neredesin Hannibal? Nerede kaldı fillerin? Babamın horozları da sustular ötmüyorlar artık. Bu koşuya tazı hızı da yetmez, artık bukalemun olmak zorundayız. Sürekli deri değiştirmeli ve daha yukarıya sıçramalıyız. Adaptörlerimizi takmalı; voltajlarımızı sıkı tutmalı, hızlı ve çevik olmalıyız.
Ofislerimiz, monitörlerimiz patinaj izleriyle doldu. Gün geliyor kalkıp masamızdan bir bardak su bile içemiyoruz. Açlık şekerlerimiz birer birer düşüyor. Kramplar, hipertansiyonlar, bel fıtıkları, mide ağrıları, böbrek taşları, migren ve panik atakları. Yakışır hepimize! Stres topu gibi yuvarlanmakta; hızlandıkça işimizde, hayatımızda irtifa kaybetmekteyiz. Yaşamımıza haz katacakken, sürekli işimize hız katmaktayız.
Kalender insanlardık. Şimdi hepimiz calendar’larımıza esir olduk; bir yastık, bir yorgan iş ajandalarımızla yatıp kalkmaktayız. İlişkilerimiz ofis dehlizlerinde, mesai fazlalarında soğudu. Gün ışığına hasret kaldık; önce nefes daraltıp, sonra nefes açıcılar almaktayız.
Dışarıda yaşanacak bir hayat, hâlâ biraz oksijen var! Klavyeler altıncı parmağımız, mouse’lar fare kapanlarımız oldu. Kısıldık kapanlarımıza, kendimize yaşamıyoruz.
Tamam işimizi seviyoruz; “Çok çalışmam gerek çok” öğretildi, biliyoruz. Neden işe herşeyimizi veriyoruz da kendimize bir “Bendensin” çekemiyoruz?
Ben bu hafta iş yavaşlatma eylemi yapacağım. Bilgisayarımdaki calendar’a şöyle bir göz kırpıp, kendi kendime kalender bir ajanda yapacağım, kendime çalışacağım, bir ışık kapısı açacağım, dışarıya çıkacağım:
Pazartesi akşamı: İşten erken ayrılacağım. Hanımı alacağım, sinemaya gideceğim. Sonra belki bir yerde bir değil iki kahve üst üste, uykumu kasten kaçıracağım. Taammüden epey bir geç yatacağım. Saati de kurmayacağım. Sabah karnım ağrıyarak uyanacağım, ola ki başım da döner? Velhasıl kolay kalkmayacağım. Tıraşımı damat tıraşı yapacağım; yavaş yavaş, kesmeden biçmeden, hiç acele etmeden. Yıllar sonra işe salı sabahı epey bir geç gideceğim. Akşam 17.30’da anında toz olacağım.
Salı sabahı: Çocukları erkenden kaldırıp kucaklayacağım, daha güneş doğarken ailecek sabah yürüyüşü yapacağım, parkta oynayacağım. Sahildeki balıkçı barınağında çaylar içip onlara rastgele diyeceğim, el sallayıp yolcu edeceğim. İşe saatinde gidip, saatinde çıkacağım. İşi uzatmayacağım, ömrümü uzatacağım.
Çarşamba öğlen: Anneme telefon açmayacağım, bizzat gideceğim. Hızsa hız, basacağım gaza, aman kırbaç gibi sırtımda babamı bu meşgalelerde kaybettim, ben anneme gideceğim, annemin yemeklerinden yiyeceğim, tonton yanaklarını sıkacak, gönlünü alacağım gönlüme katacağım.
Kendimi talim terbiye edeceğim. Artık, masamda tuna balıklı sandviçe talim etmeyeceğim. Perşembe öğlen: Şirkette en az tanıdığım arkadaşımı yemeğe davet edeceğim. Tanıyacağım, tanışacağım. Sohbet edeceğim, işin dışında ne varsa, hep işten konuşmayacak, içten konuşacağım. O akşam bütün dosyaları okumayı bırakıp yine tam mesai bitiminde çıkacağım; kitapçıya uğrayarak yeni kitaplar alacağım: Kitap okuyacağım.
Daha dur! Daha dur! Kalbimi kırdığım yeter. Cuma günü: Okul kırar gibi işi kıracağım.
Çıkıp tüm eskicileri dolaşacağım. Kızımın çalışma masasını gaspetmekten vazgeçiyorum. Kendimi horlamayacağım. Çukurcuma’da, belki de Horhor’da eski bir çalışma masası arayacağım. Bulursam iki de siyah saten eski memur kolluklarından alacağım, ara sıra masamda çalışırken takacağım. Şirket’in başına “Muhsin Bey” olacağım. Kimseyi takmayacağım. Daha bir cesaretlenirsem hele; rahmetli babamın eski şeritli daktilosunu da götüreceğim, kuracağım masama, iteceğim keyboard’u bir tarafa. Takacağım beyaz sayfaları; banal olsa da sanal olmasın, kendi elimle yazacağım, düşünerek tane tane, cırt cırt satır başları yapacağım, inci dizisi gibi takır takır mesajlar yazacağım, sonra onları uçak yapıp yan kübiklere uçuracağım. Yaramazlık yapacağım.
Akıl var izan var. İzin diye bir şey var. Bu hafta kendimi değil, iznimi kullanacağım.
Cumartesi gecesi: Arayacağım bulacağım bir latin bar; “Historia de un amor” nerede çalıyorsa eski sevgilim şimdi artık o benim karımı alıp oraya dansa gideceğim, şimdi kocası değil yine ilk aşkı olacağım! Ben o gözler için neler vermezdim, lakin herşeyimi işe güce verdim; o gece, bütün gece gözlerine bakıp duracağım, eskisi gibi gözlerinde kaybolacağım.
Pazar günü de delikanlılık arkadaşlarımı toplayacağım. Çok uzun zaman oldu uğramadım eski şehre, “Tarihi ve Turistik Süleymaniye Hamamı”na gidip yıkanacağım. Bildik dost hücrelerime kavuşana dek keseleneceğim. Göbek taşına yatacağım, stres balonlarımı birer birer köpük yapıp uçuracağım. Eski çocuk düşlerim; gençlik sevinçlerim suya düşmüş, yeni hayat mücadelelerim, iş tasalarım epeydir karabasan olmuş başımda, tüm karabasanlarımı hamam tasına koyacağım; faka bastırıp, kaynar suyla haşlayacak, başımdan aşağı aktaracağım. Sonra kurnadaki berrak suya elimi daldırıp eski düşlerimi, sevinçlerimi arayacağım, bulduğum kadarını avucuma alacak, sımsıkı tutacak, bırakmayacağım.
Ardından camiye uğrayacağım; benimkisi de iş mi, ben kendimi ne sandım, öyle bir ufak adam, adım adım küçüleceğim bulutlara halvet minarelerinin eteklerinde, kubbesine hayran hayran bakakalacağım! Mimar Sinan’ı sanacağım!
Çıkınca karşısındaki salaş lokantada; öyle menü, önden bir başlangıç, arkadan bir ara sıcak seçmece falan yok, talebelik günlerimdeki gibi, getir garson kardeş: Kurufasulye, pilav, turşu yiyeceğim.
Dönüşte sahil yoluna çıkıp yürüyüş de yapacağım. Arasıra kollarımı kaldırıp havaya derin derin, serin serin nefes alacağım, daralmış nefsimi açacağım. Beynimi hamamda yıkadım ya sahilde fön çekip havalandıracağım. Ofise bağlandığım yeter, bu hafta sonu evden ofise hiç bağlanmayacağım, gün ışığı göreceğim, hayata bağlanacağım!
Bunları yazıyorum ya vallahi yapacağım! Söz! Yapamazsam her iki avcuma kırkar cetvel vuracağım.
Şimdi hazırsanız dostlar: Niyetçiniz geldi hanımlar, beyler, beyaz miskin tavşanınız olacağım. Kepçe kulaklarımı çoktan diktim havaya; koydum patilerimi niyet kutunuzun üstüne, dişledim iki küçük kıvrık beyaz kağıt uzatıyorum önünüze: Birinde İŞ birinde YAŞAM yazılı. Çekin alın birini, koyun cebinize.
Biliyorum. Kolay değil hem demir gibi işlemek hem gönlünce yaşamak! Bu ikisi iki ayrı düğüm; birbirine karışmakta çoğu zaman, bir ters iki düz örülüp durmaktayız. Oysa örülen hayatımızdır, bir kördüğüm olmamalı. Peki ya “iş ve yaşam dengesi” nasıl kurulmalı? Bilen becerikli dostlar bize de anlatmalı.