Yazar: Oktay Akbal
Hiç yazmadığım bir konuda yazmak istiyorum! Notlarıma baktım, kitaplarımı karıştırdım, dosyalara göz attım; konu kalmamış yazmadığım!.. Bu yüzden yarım saattir beyaz kağıdı seyrediyorum. Kağıtları yırtıp atıyorum. Yinelemek zor! On yıl, yirmi yıl, otuz yıldır sürüp giden sorunlara çare bulundu mu? Eskilerde kaldı mı o günlerin dertleri, acıları? Yoksa her yeni kuşak bir kez daha aynı olayları yaşamıyor mu?
Böyle bir gündü. Yazamıyordum. Başlıyordum, beş-on cümle sonra duruyordum. Niye bunu yazmalı, neden boşuna konuşmalı? Sonunda yazacak bir şey bulamamıştım. Bunu da yazmıştım! Ertesi gün dostum Metin Toker telefonda “Yazacak bir şey yoksa, bir gün de yazma birader...” diyordu. Haklıydı, bir bıkkınlığın en iyi çözümü o gün sütunu boş bırakmaktı.
Çetin Altan, 28 Nisan 1960 gençlik başkaldırışının ertesi günü sütununu boş bırakmıştı. Tek bir cümleyle yetinmişti: “Bugün canım yazı yazmak istemiyor.” Oysa yazacak çok şey vardı o günlerde... Ama yazamıyorduk. Tepemizde Demokles’in keskin kılıcı dolaşıyordu ya da işi zorbalığa vardıran Menderes baskıcılığının demir pençesi...
Bir yazar, her zaman okuruyla söyleşmeli... En zor koşullarda bile... Ellerine kelepçe vurulmadıkça, karanlık hücrelere tıkılmadıkça, bir kalem bir kağıt buldukça!.. Derler ki nice yazar Bastil’lerde en değerli yapıtlarını yazmış... Yazarların çoğu her nedense en sıkıntılı dönemlerde en güzel çalışmalarını gerçekleştirmişlerdir.
“Türkiye’de Siyasal Cinayetler” (Alpay Kabacalı, Altın Kitaplar Yayını) aylardır masanın üzerinde duruyordu. Çize çize okumuştum. Osmanlı’dan bu yana işlenen siyasal cinayetler ayrıntılarıyla gözler önüne serilmişti. Bir siyaset adamı neden yok edilmek istenir; ister padişah, ister vezir, ister bakan, milletvekili, parti lideri olsun!.. Politika, çıkar paylaşma yeri bilindiği için, bu tür kıyımlar doğal sayılmıştır. Padişah, tahtına oturur oturmaz, tüm kardeşlerini, yeğenlerini bir gecede boğdurmuşsa bu iş elbette özel çıkar yüzündendir. Gazetecileri, yazarları yok etmeye kalkışmak da öyle... Yazılar, çoğu kez silahtan daha tehlikeli olduğundan!.. Anton Çehov “Bir öykünün ilk ve son cümlelerini atarsanız o öykü daha güzel olur...” der. Bunu ben de denedim, gerçekten doğru! İlk cümle en zor cümledir. Ama çoğunlukla en yalan, en uydurma olanıdır. Bir başlangıç işaretidir, o kadar. Son cümle de öyledir. Yazar yazdıklarını doğrulamak ister gibidir o bitiriş satırlarıyla...
Hiç yazmadığım bir konu diye başlamıştım. Arkası çorap söküğü gibi geldi. Ne çok şey varmış yazacak. Çoğunu daha önce yazmış olsam da!.. Her yeni gün, yeni bir başlangıç sayılmaz mı? “Dünle gitti söylediklerim...” demiş Mevlana ya da onun adını kapmış başka biri...
“Türkiye’de Siyasal Cinayetler”i 12 Mart’a kadar getirmiş, orda bırakmış Kabacalı... Oysa “devamı var”. Her zaman devamı olacak! “Karşı düşünce sahibi oldukları için, bunları yaydıkları için birçok şair ve ‘ulema’ öldürülmüştür...” diyor Kabacalı... Karşı düşünce, düşünce olarak kalsa iyi, kalkar işi silahlanmaya götürürse fena, ama kaçınılmaz bir şeydir düşüncenin silah sayılması... Ama düşünceden düşünceye fark var. Olumlusu var, olumsuzu var. Önemli olan, ayırt etmesini bilmek...
Bu da gerçek bir aydınlanma ile olur. Aydınlık kafa yaratmak ise kolay iş değil! Aydınlığı her kafaya yerleştirmezsek karanlık sürüp gider. Evet, Çehov haklı, bu son cümleyi silip atmalı! Yoksa atmamalı mı?
Kaynak: “Kanatlı Sözler Uçar mı?”, Oktay Akbal, Dünya Yayıncılık, İstanbul, 2003, ss. 17-18.