Yazar: Abdürrahim Sönmez
Geçenlerde gazetenin birinde, Çin’de kuduz vakalarından bir iki kişinin ölmesi üzerine, elli bin civarında köpeğin sopalarla katledilmesi ile ilgili bir haber vardı. Haberde kullanılan fotoğraf, hâlâ gözümün önünde. Üç Çinli ellerinde uzun sopalarla yere serilmiş olan küçük köpeğe vurmaktalar. İnsanoğlunun bu vahşeti, bu bencilliği nedir? Köpek sevmeyebilirsiniz, kuduzdan korunmak isteyebilirsiniz. Bunlar, son derece makul şeyler; ama siz böyle düşünüyorsunuz diye, tutup önünüze gelen köpeği sopalarla vura vura öldüremezsiniz. Bunun adı, kuduzdan korunma olamaz. Kaldı ki kuduz, sadece köpek ve kediden bulaşmıyor. İnsanların yaşama hakkı ne kadar kutsalsa, bu her canlı için geçerlidir. İnsanı diğer canlılardan ayıran zekâsı, problem çözebilme yeteneğidir, diyerek hep kendimizi birinci sınıf canlı olarak tanımlamışız; ama yapılanlara baktığımızda, insanın bir özelliğinin de acımasızlık olduğunu görüyoruz. Ne kadar modernleştik dersek diyelim, içimizdeki vahşiyi bastıramıyoruz. Yanı başımızda insanların tepesine bomba yağıyor; biz dolar çıktı, borsa düştü’yü konuşuyoruz. Bombalar yağıyor; ama bizim tepemize değil. Yarın bizim tepemize yağmaya başladığında buluruz bir çaresini, diye düşünüyoruz herhalde. Belki de şaşırtıcı iyimserliğimiz, bizim de başımıza bombalar yağabileceğini görmemizi engelliyor.
Köpek beslemeye başladıktan sonra, sokakta gördüğüm hayvanlara farklı gözle bakmaya başladım. Sanki üçüncü gözüm açıldı. Daha önceleri de hayvanları severdim; ama bu sevginin niteliği hakkında derinlemesine düşünmemiştim hiç. Çevremdeki hayvanlar güzel bir motifti benim için. Onları sevebilir, arada bir simitimden ikram edebilirdim; ama onların duyguları, acıları, problemleri ve zekâları olduğunu hiç düşünmezdim. Biz insanlar, sadece kendi yaşam formumuzu doğru kabul etmiş ve bu benmerkezci bakış açımız doğrultusunda, diğer tüm canlıları kullanımımıza sunulmuş hediyeler olarak görmüşüz. Zekâ, sadece bizde vardı, hayvanlardaki içgüdüydü. Hatta, hayatımızda önemli bir yer tutan çiftleşme arzusunu dahi hayvansal içgüdü olarak tanımlayıp aşağılamaya kalkmışız yüzyıllar boyunca. Yani üreme, hayvani bir içgüdüdür; biz insanlar hayvanlardan farklıyız; o zaman bu eylem bizim için aşağılayıcı bir durumdur. Peki, üremekten vaz mı geçmişiz? Tabii ki hayır! Aksine, gittikçe insan sayısı diğer canlılara oranla hızla artmış. Demek ki ortada bir ikiyüzlülük söz konusu. Duruma hem hayvani içgüdü diyor, hem de üremeye devam ediyoruz.
Artık, hayvanları aşağılamaktan vazgeçip bu dünyayı onlarla paylaşmamız gerektiğini kendimize açıklamanın vakti geldi de geçiyor. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki yok olan her hayvan nesli, dünyamız üzerindeki yaşamımızı daha da güçleştiriyor. Son yıllarda, daha sert mevsim koşullarına tanık oluyoruz. Bilim insanları, kutup buzulları eriyor, diye bas bas bağırıyorlar; ama Amerika hâlâ Kyoto Protokolü’nü imzalamayı reddediyor. Geleceğe ilişkin projeksiyonlar, küresel deniz seviyesinin 2090 yılında minimum yaklaşık 20 cm, maksimum yaklaşık 50 cm yükseleceğini söylüyor. “Eee yükselsin ne olacak?” diye düşünüyoruz; “Bizim ev nasıl olsa deniz kenarında değil, yalısı olanlar kaygılansın.” Sonra, aniden bastıran yağmurlarda sele kapılarak ölen vatandaşlarımızla ilgili haberleri okuyunca, vah vah, diyoruz.
Orman yangınları, ülkemizde sık rastlanan bir durum. Bir bakıyorsunuz, koskoca dağın bir yamacı komple yanmış. Neyse, çaresi var; Orman İdaresi ağaç diker; üç beş seneye kalmaz eski haline döner. Orada yaşayan canlılar yangında ölmüş, hiç önemli değil. Biz ormanlık alanda mangal yapmaya devam edelim, keyfimiz sürsün. Temiz hava almaya gittiğimiz piknik alanlarında ızgara dumanından göz gözü görmüyor. Piknik, bizde mangal keyfiyle eşanlamlı. Her tarafı dumana boğacak, mis gibi et kokutacaksınız. Hele et süt kuzusu olursa, tadından yenmez. Hiç düşündünüz mü süt kuzusu nedir? Bir gazeteci arkadaşım anlattı. Bir köye röportaj yapmaya gidiyor. Fotoğraflar çekiyor. Bu arada, yeni doğmuş bir kuzu var. Kucağına alıp seviyor. Onun şirinliğini fotoğraf makinesi ile ölümsüzleştirmek istiyor ve onlarca kare çekiyor. Neyse, akşam oluyor; sofra kuruluyor. Şahane bir pirzola geliyor önüne. Yumuşacık, lezzetli. Evet, tahmin ettiğiniz gibi, gündüz kucağına aldığı kuzu yavrusu. Şerefine kesilmiş, pişirilmiş. O küçücük vücudu, bir öğün yemek olmuş. Kuzu büyüyünce eti sertleşir, lezzeti azalır ve kokmaya başlarmış. Ama kuzu eti, yumuşak ve lezzetli olurmuş. O yüzden, kasaplarda süt kuzusu (yani daha sütten kesilmemiş yavru) diye satılan et makbulmüş. Biraz kartlaşmış ete razı olsak da süt kuzuları rahat etse olmaz mı? Hiç olmazsa, bir altı ay daha yaşasalar. Olmuyor işte. Lezzet diye bir kavram icat etmişiz; kuzuları süt emerken kesiyor; istakozları canlı canlı kaynar suda haşlıyoruz; her şey biz insanlar için.
Şimdilerde Türkiye’de yeni bir golf furyası başladı. Hatta, televizyon ve dergilerde, yeni yapılacak golf sahaları için yatırımcılar arandı. Toplumda golf sporuna yönelik sempati oluşturup tesisler kurmak için, çevreye verilecek zarara karşı oluşacak tepkiyi azaltmaya çalışıyorlar. Bunun için de her zamanki yöntemlere, reklam ve halkla ilişkiler faaliyetlerine başvuruyorlar. Devlet ve belediyeler, el ele verip birtakım golf turnuvalarına destek veriyor; gündelik gazetelerimiz, kırsal kesimde gariban çocukların golfçü olarak kendilerini yetiştirdiklerini ve hayatlarını kurtardıklarını anlatan röportajlar yayımlıyorlar. Yani, iletişim politikaları, dört bir yandan uygulamaya koyuluyor. Bildiğiniz gibi, golf sahaları açmak için büyük çevre katliamı yapmak zorundasınız. Turistik alanlarda kurulması düşünülen golf tesisleri için, var olan orman alanları tahsis ediliyor ve buradaki ağaçlar kesiliyor. Sorgun’da kaplumbağaların ezilmesini önlemek için her yana trafik tabelaları koyan devlet, şimdi onların yaşam alanlarını golf sahası yapımına feda ediyor. Bir golf sahasının çimenlerinin sulanabilmesi için çok büyük ölçülerde su tüketilmesi gerekiyor. Suyun gün geçtikçe önem kazandığı dünyamızda, su kaynaklarımızı beş on zengin turist gelip döviz bırakacak diye çarçur etmek ne kadar mantıklı! Ülkemizde su sanıldığı kadar bol değil. Bizim köyden biliyorum, Mersin’de verimli bir arazi olmasına karşın köylüler tarlalarını sulamak için su bulmakta zorluk çekerlerdi. Kanallar aracılığı ile taşınan su, belli saatlerde belli tarlalara tahsis edilir; köylüler gerektiğinde gece gelen sıralarında sulama yaparlardı. Sıranızı kaçırdığınızda, tarlanız bir süre susuz kalmaya mahkum olurdu.
5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, tüm karşı görüşlere karşın Türkiye’de nükleer santral de golf sahası da yapacaklarını, “katıksız çevre anlayışı” ile kalkınmanın mümkün olmayacağını söylüyor. Bir Çevre ve Orman Bakanımız var ve nükleer santral taraftarı, golf sahalarının açılması için binlerce ağacın kesilmesinde sakınca görmüyor. Bir de kestikleri her ağacın yerine kat kat fazlasını diktiklerini söylüyor. Muhalifler, “Bu söylenen, birini öldürdükten sonra yerine iki bebek doğurtmak gibi birşey” diyerek, bu savunmaya karşı çıkıyorlar. 18 delikli bir golf sahasının yapımı için, ortalama 750 bin metrekare arazi gerekli. Ve burada yapay olarak oluşturulmuş hormonlu çimenlerin kurumaması için, yazın sıcak günlerinde 2000 metreküp su. Çevre Bakanımızın ekosistem denilen şeyden haberi yok veya yokmuş gibi davranıyor. Ayrıca, çevrenin korunmasını, gelişimin önünde engel olarak gören bir anlayış bu. Bir de baktığınızda, bunların çoluğu çocuğu var; belki de torunları var. Onlara nasıl bir çevre bırakmayı düşünüyorlar acaba? Gerçi, nükleer santral ve golf sahaları çok büyük rant kapıları. Ucundan tutanların yedi sülalesini ihyâ edebilir. Ülkemiz yaşanmaz hale geldiğinde başka bir cennet bulmak için yeterli paraları olacağını mı düşünüyorlar, kim bilir? Kaçırdıkları şey, çevre felaketleri artık global boyutlarda. Global ekonomi, global çevre felaketleriyle geldi. Dünyanın bir ucunda buzların erimesi, burada bizi etkiler hale geldi. Belki, bunun bire bir zararlarını görecek kadar yaşamayacağım, çoluk çocuk sahibi de değilim. Bir köpeğim var; onun da ömrü, en iyi ihtimalle on beş sene. Ama yine de dünyanın bu çılgın gidişi beni rahatsız ediyor. Biz insanlar neden doğaya karşı bu kadar zalimiz? Acaba, bu bizim kompleksimiz mi? Doğayla barışık yaşamaktansa ona zarar vererek kendimizi güçlü hissetmek, baskın çıkmak mı istiyoruz? Ama görüyoruz ki bir depremde, bir tsunami dalgasında elimiz kolumuz bağlanıyor. Doğa, bizden güçlü olduğunu, zaman zaman (şükretmeliyiz ki her zaman değil) gösteriyor.
Türkiye’nin artan enerji ihtiyacının çözümü nükleer santrallerde aranıyor. Bu kadar risk taşıyan tesislerin kullanımının, benim başıma gelmez zihniyetindeki insanımıza verildiğinde olacakları düşünmek istemiyorum. Görevli vatandaşımız cep telefonuna son çıkan arabesk sanatçısının melodisini yüklerken bizler havaya uçmuş olabiliriz. Tamam, belki çok abartılı bir örnek; ama hayatta abartılar da olmuyor mu? Adamlar, nükleer silahları var diye Irak’ı işgal ediyor; hiçbir şey bulamıyor. Olaylar biraz unutturuluyor ve aynı adam, aynı nedenlerle İran’ı vurmaya kalkıyor. Bir tarafta İsrail, çoluk çocuk dinlemeden, insanların başına bombalar yağdırıyor. Hatta, kimyasal silah kullandığı bile söyleniyor. Bir iki etkisiz kınamadan başka birşey yapılamıyor. Geleceğin enerji kaynağı gözüyle bakılan bor madeninin tüm dünyadaki %70 rezervine sahip ülkemizde, bu madenlerin kullanım hakkını elinde bulunduran Etibank’ın bir Amerikan şirketine komik bir rakama devredileceği konuşuluyor. Ama, her taraf o kadar toz duman ki söylenenler bu karmaşada kaybolup gidiyor. Bazı şeyleri, ancak iş işten geçtikten sonra duyabiliyoruz. Tepkimizi yeterince ortaya koyamıyor, belki de iyice bezdirildiğimiz için tepki koymayı gereksiz buluyoruz. Klasik laftır; “Bunca şeyi sen mi düzelteceksin?” Peki kim düzeltecek?
*Macline Eylül 2006 sayısında yayımlanmıştır.