Yazar: Handan Saraç
Sizce de “vefa” o eski şiirdeki gibi “İstanbul’da bir semt” mi artık? Sevgileri, dostlukları besleyen süreklilik, bağlılık, sadakat kavramları biraz sanal mı kalıyor günümüzde?
Sevgi çok özel bir duygu mutlaka, ama süreklilik de bir o kadar önemli değil mi? Pek çok şey gibi sevgi ve dostluklar da bazen zamana yenik düşüyor. Küçüklü büyüklü sorunlardan kaynaklanan sınavları geçemiyor. Öfke, kibir, kıskançlık ya da sadece özensizlik ve ihmal gibi nice zaaflara, engellere takılıp tökezleyebiliyor.
Peki çözüm ne? Ya da çözüm var mı?
Sevgiyi yaşatmanın, ilişkileri sürekli kılmanın yolu vefadan geçiyorsa vefayı nasıl pekiştirip diri tutabiliriz? Vefasızlığın bunca yaygın olduğu bir dünyada vefa duygusunu nasıl besleyebiliriz?
Sanıyorum ki gerek kişisel gerekse kurumsal ilişkilerde, sevgiyle beslenen, desteklenen bir sürekliliği sağlamanın yolu, sık sık tekrarlanan birtakım basit davranışlardan, ritüellerden, haberleşme ve değer bilme yöntemlerinden, kısaca “emekten” geçiyor.
Kurumsal vefa zincirleri...
Eşimin üye olduğu bir sivil toplum örgütünde vefanın nasıl kurumsallaştırıldığını yakından gözleme fırsatı buldum. Bu örgüt bir mesleki dayanışma ve hizmet kuruluşu. Dünyanın en eski ve bugünün de en büyük sivil toplum kuruluşu olmasını, sanıyorum kapsamlı işleyiş kurallarını hiç değiştirmeyişine borçlu. Zaman değişiyor kuşkusuz. Ya da bazen kişisel nitelikler ağır basabiliyor, farklılıklarını vurgulamak istiyor kişiler. Ama bu sivil toplum örgütünün hayli muhafazakar bir yaklaşımı var. Dünyadaki değişim ve gelişimler hizmetlere yansıtılsa da, ilişkiler söz konusu olduğunda kurumsal gelenekler titizlikle uygulanıyor.
Hatta zaman zaman insanın sabrını sınarcasına...
Geleneklerle pekişen bir çerçeve içinde –ki bu çerçeveye üyelerin aileleri de dahil- kurumsallaşan vefanın gücü sürekli hissediliyor.
Bir telefon/e-posta zinciri var, hem üyeler, hem de eşler arasında. En acısından en keyiflisine tüm olayların paylaşılması için. Ölüm, hastalık, ameliyat, düğün, doğum... Haberi alan herkes hem zincirin kendine bağlı halkalarını haberdar ediyor, hem de -imkan bulabildiğince- söz konusu haberle ilgili üyeyi ve yakınlarını arayarak geçmiş olsun, başınız sağ olsun, gözünüz aydın diyor, bazen cenazeye bazen hastaneye koşuyor.
Ben bu haberleşme zincirine “kurumsal vefa zinciri” diyorum. Soğuk bir sözcükle sıcak bir sözcüğü aynı potada eriten bir ifade arayışıyla... Gerçek de bu zaten. Bir kurumun yaşatılması için gerçek insanların sıcaklığı gerekmiyor mu?
Bu sivil toplum örgütünde tüm mutlu olaylar, yemekli haftalık toplantılarda anons edilip alkışlarla paylaşılıyor. O hafta hangi üyelerin ya da eşlerinin veya çocuklarının doğum günü, kimlerin evlilik yıldönümü varsa, hepsi keyifle hatırlanıyor, kutlanıyor. Üyelerin o yemeğe getirdikleri konuklar bile tek tek anons edilip alkışlanıyor, yani “aramıza hoşgeldiniz” deniyor.
Bu kadar da değil. Bu örgütün küçük büyük her toplantısında, en dar kapsamlı komite toplantısından en geniş kapsamlı bölgesel ya da global asamblesine kadar her yerde, sadece o organizasyonda emeği geçenlerin değil, tüm geçmiş dönem kulüp başkanlarının, bölge guvernörlerinin adları, hatta artık aralarından ebediyen ayrılmış bir geçmiş dönem başkanının o toplantıya çağrılarak katılan dul eşinin adı bile okunuyor. Konuşmacılar herkese ayrı ayrı teşekkür ediyor, herkes ayrı ayrı ve hep beraber alkışlanıyor.
İtiraf ediyorum, bunu biraz fazla bulduğum, eleştirdiğim dönemler oldu. Uzayan toplantılarda sabrımın taştığı anlar oldu. Biliyorum ki benim yaşadıklarımı başkaları da zaman zaman yaşıyor. Ama vefa da ancak böyle kurumsallaşıyor.
Bir çocuğu toplumsal hayata hazırlarken “lütfen” demesini, teşekkür etmesini, büyüklerine saygılı davranmasını, yaşlılara yer vermesini, karşıdan karşıya geçerken yardım etmesini nasıl defalarca hatırlatmamız gerekiyorsa, insanlara da vefayı öyle öğretmemiz gerekiyor.
Yoruldukları anlar olabilir ama son toplamda, vefa gösterdikleri için de, kendilerine vefa gösterildiği için de daha mutlu, daha dost, daha hatırşinas insanlar olacaklardır.
İğneyi kendimize...
Biz Türkler kendimizi genelde batılılardan daha sıcak, daha dost canlısı, konuksever ve cömert buluruz. Ama çoğu kez de bu özellikler toplumsal değil kişisel düzeyde kalır. Kişisel düzeyde de, emekle pekiştirilmediği sürece, zaman zaman öfke ve kırgınlıklarla örselenir, aşırı sıcak dönemleri aşırı soğuk ve uzak dönemler izler. Bazen hiçbir kötü niyet olmadan, sadece baş düşmanımız “ihmal” yüzünden nice dostlukları geçmişe gömeriz. Vefayı bir alışkanlığa dönüştürmediğimiz için, sevgiyi sürekli kılamadığımız, canlı tutamadığımız için...
Şirketlerden derneklere, bazı kurumlarımız da öyledir. Eşim bugün kendini global bir sivil toplum örgütüne, gençliğinin en güzel dönemini geçirdiği sevgili okulunun mezunlar derneğinden daha yakın hissediyorsa, bunun tek nedeni vefadır.
O mezunlar derneğinin temellerini oluşturan etkinlikleri düzenlemek, haberleşme ağını canlı tutmak için harcadığı özverili çabalar karşılığında yıllar boyunca dostça bir teşekkür, tek bir vefa sözcüğü duyamamış olması ve içinde adını koyamadığı bir şeylerin kırılmış olmasıdır.
Hiç kimsede bir art niyet olmasa da, salt “kurumsallaşma”, “gelenekselleşme” eksikliği nedeniyle, o grupta “vefa” sadece “İstanbul’da bir semt” olarak kalmıştır.