Yazar: Umberto Eco
Birkaç ay önce New York’ta gezinirken, uzaktan çok iyi tanıdığım bir adamın bana doğru geldiğini gördüm. Ne var ki adamın ne adını ne de onunla nerede tanıştığımı hatırlayabilmiştim. Yabancısı olduğunuz bir kentte kendi ülkenizde tanıştığınız biriyle ya da kendi kentinizde yabancı bir ülkede tanışmış olduğunuz biriyle karşılaştığınızda kapıldığınız türden bir duygu içindeydim. Alışıldık yeri dışında görülen bir yüz insanın aklını karıştırır. Bununla birlikte bu gördüğüm yüz öylesine tanıdık gelmişti ki bana, durup onu selamlamak, konuşmak geldi içimden; ya bana “Sevgili Umberto, nasılsın?” deseydi; hatta “Bana sözünü ettiğin o şeyi de yapabildin mi?” de diyebilirdi. İşte o zaman gerçekten ne yapacağımı bilemezdim. Kaçmak için zaman kalmamıştı. Adam hala caddenin karşı tarafına bakıyordu, ama gözlerini benden yana çevirmeye başlamıştı bile. İlk hareketi ben yapsam iyi olacaktı; elimi sallar ve sesini, konuşmasını duyunca da kim olduğunu tahmin etmeye çalışırdım.
Artık aramızda bir iki metrelik bir uzaklık kalmıştı. Tam yüzüme ışıl ışıl, kocaman bir gülümseme oturtmak üzereydim ki birden adamı tanıyıverdim. Antony Quinn’di. Elbette ki onunla hayatımda hiç karşılaşmamıştım, o da benimle karşılaşmamıştı. Bir saniyenin binde biri kadar bir zamanda kendimi kontrol altına aldım, gözlerimi boşluğa dikip yanından geçtim.
Daha sonra bu olay üzerinde düşündüğümde ne kadar doğal olduğunu fark ettim. Bundan önce de bir keresinde, bir lokantada, Charlton Heston’ı görmüş ve onu selamlamak gelmişti içimden. Bu tür yüzler belleğimize yerleşirler; beyaz perdeye bakarken bu insanlarla o kadar çok baş başa oluruz ki, onların yüzleri bize akrabalarımızınki kadar, hatta daha da tanıdık gelir. Kitle iletişimi öğrencisi olabilirsiniz, gerçekliğin etkilerini, hatta gerçekle hayalin karıştırılmasını tartışabilirsiniz, kimi insanların sürekli olarak bu karışıklığı nasıl yaptıklarını açıklayabilirsiniz; ama yine de bu sendroma bağışık olamazsınız. Hatta daha kötüsü de olabilir.
Televizyona sıkça çıkan ve belli bir süre medyada görünen insanların bana sırlarını açtıkları olmuştur. Michael Jackson ya da Tom Hanks’ten söz etmiyorum. Söz konusu olan, halkın tanıdığı ya da halkın tanımasına yol açacak kadar sıkça panellere katılmış olan uzmanlar. Bu insanların hepsi aynı hoş olmayan deneyimden yakınıyorlar. Genellikle, bizzat tanışmadığımız bir insanı gördüğümüzde, onun yüzüne uzun uzadıya bakmayız, yanımızdaki arkadaşımıza onu işaret etmeyiz, onun duyabileceği yükseklikte bir sesle ondan söz etmeyiz. Böylesi bir davranış kaba olurdu, hatta –belki aşırı ama- saldırganca bile sayılabilirdi. Ancak, bir satış tezgahının önündeki müşteriyi eliyle göstermeyen, o adamın kravatının çok hoş olduğunu yanındaki arkadaşına söylemeyen kişiler, ünlü kişilerle karşılaştıklarında bambaşka davranırlar.
Benim kobaylarım, bir gazete satıcısının önünde, sigara satan dükkanlarda, bir trene binerken ya da bir lokantanın tuvaletine girerken, birbirlerine yüksek sesle, “Bak, işte X”, “Emin misin?” “Elbette eminim. İnan bana, bu adam X” diyen insanlarla karşılaştıklarında ısrarlılar. Bu insanlar X’in işitebileceği biçimde konuşmalarını tatlı tatlı sürdürürler, X’in kendilerini duyup duymadığına da aldırmazlar; sanki X dünyada yoktur.
Kitle iletişiminin sanal dünyasındaki bir kahramanın ansızın gerçek hayatta ortaya çıkması, bu tip insanların aklını karıştırır, ama aynı zamanda o gerçek insanın yanında, sanki o hâlâ sanal dünyaya aitmiş biriymiş, perdedeymiş ya da haftalık bir resimli derginin sayfaları arasındaymış gibi davranırlar. Sanki onun yokluğunda söz etmektedirler ondan.
Ben de Anthony Quinn’in yakasına yapışıp bir telefon kulübesine sürükleyebilir, bir arkadaşıma telefon edip, “Şu rastlantıya bak! Anthony Quinn’e rastladım. Hem bak ne diyeceğim. Tıpkı gerçeğe benziyor!’” diyebilirdim. (Tabii sonra Quinn’i bir tarafa atıp işime bakardım.)
Kitle iletişim araçları, imgesel olanın gerçek olduğuna inandırdılar bizi. Şimdiyse gerçeğin imgesel olduğuna inandırıyorlar; televizyon ekranında gördüğümüz gerçekler çoğaldıkça günlük yaşantımız da o derecede sinematik olmakta. Kimi filozofların ısrarla söylediği gibi, sonunda dünyada yalnız olduğumuzu, çevremizdeki her şeyin Tanrının ya da kötü bir ruhun gözlerimizin önünde oynattığı bir film olduğunu düşüneceğiz.
(Yetişkinler Ejderhalardan Neden Korkar; Derleyen İshak Reyna, Çeviren İlknur Özdemir)