Yazar: Engin Ardıç
Düzeltmen arkadaşlarla sorunum var: 'Canbaz' yazdım, tutmuş 'cambaz' yapmışlar.
Büyük bir iyiniyetle, 'aman Engin ağabeyin yazılarında yanlış olmasın' diye çırpınıyorlar, biliyorum. Kendilerine teşekkür borçluyum. Elbette açıyorlar, Türk Dil Kurumu'nun kara kaplısına bakıyorlar, bize okulda 'imla kılavuzu' diye öğretilen, şimdilerde sanırım 'yazım bilmemnesi' denilen kaynağa.
(Düzeltiye de Osmanlıca'da 'tashih' denirdi de, Babıali ayakçıları buna dillerini döndüremezler, 'tahsii' şeklinde söylerlerdi...)
Ne ki, ben o kurumu tanımam.
Daha doğrusu, 'eskisini' tanırım.
Gençler farkında değillerdir, 12 Eylül yönetimi insanların ve kurumların üstünden silindir gibi geçerken Türk Dil Kurumu'nu da 'yeniden oluşturmuştu'... Yirmi altı yıl önce Türk Dil Kurumu kimlik değiştirdi. Eski 'solcu sayılan' kurum gitti, yerine 'tutucu olduğunu sanan' bir başka kurum geldi. İlk iş olarak da Türkçe'nin yazılışını katletti.
Örneğin, iki kelimenin bileşik ya da ayrı yazıldıkları zaman içerdikleri farklı anlamları ortadan kaldırdı. 'Her şey' başkadır, 'herşey' başka. 'Sür git' başka anlam taşır, 'sürgit' başka. 'Var gel' başkadır, 'vargel' başka.
'Canbaz' da 'canıyla oynayan' demektir. Hokkabaz, hokkayla oynayan, düzenbaz, düzenle oynayan, yani hüner gösteren, eğip büken, atıp tutan... Bu durumda 'cambaz' ancak 'camla oynayan' anlamına gelir ki, seks partilerinde 'şişe çevirenler' dışında böyle şeylerle oynayan var mıdır bilemem.
Şimdi tutup da 'efendi, efendi, memlekette bombalar patlar çocuklar ölürken sen tutmuş nelerle uğraşıyorsun' şeklinde çemiş eleştirisi yapmaya yeltenmeyiniz, bu da bir memleket meselesidir. Hem de önemli bir memleket meselesidir. 'Asimile edeceğiniz etnik unsurlara' Türkçe'yi doğru mu öğreteceksiniz, yanlış mı öğreteceksiniz ulusalcılar?
Haa, bir de 'pantalon' meselesi var tabii. Ne zaman 'pantalon' yazsam, düzeltirler, 'pantolon' yaparlar, yani düzelttiklerini sanıp öldürürler, beni de çıldırtırlar. Çünkü Türk Dil Kurumu öyle buyurmaktadır.
'Pantolon' diye bir şey yoktur. Bunu Türk basınına ısrarla yerleştiren gazetecinin Allah bin belasını versin.
'Tatminsiz' anlamına gelen 'doyumsuz' kelimesini bilerek ve isteyerek 'tadına doyulmaz' anlamında yanlış kullanmayı sevenlere bile alıştık ama, Frenkçe 'rantiye' kelimesini 'rantiyeci' yapanlara da artık katlanır olduk ama, bu kadarı fazla.
Belki Hasan Pulur ustamıza sorsan, 'galat-ı meşhur, bilmemne-i bilmemneden evladır' diyecektir. Hakkı Devrim ne der, bilmem.
Canım biz de, çağımızda 'maydanoz' şeklinde söylenen kelimeyi 'arkaik' biçimiyle 'midenuvaz' yazalım ve okuyalım demedik... 'Rüzgar' diyoruz, TRT diliyle ya da Ankara Devlet Tiyatrosu ağzıyla 'ruz-i gar' demiyoruz. Burası İstanbul.
Ama bile bile de yanlış yapamam, kusura bakmayınız. 'Pantolon' yazmaya elim de varmaz gönlüm de.
Bilginin gözü körolsun, Kutsal Kitap'ın 'Ecclesiastes' bölümündeki yaşlı bilge 'çok şey öğrenme ey oğul' diyordu, 'çok şey bilmek mutluluk getirmez'... (Modaya uyup din değiştiren yeni Türk Hıristiyanları ne diyorlar o bölümün adına?)
Bir tarihte bir hanımla bir tatil köyünün gece kulübünde oturuyoruz, Enrico Macias çalmaya başladı, hanım 'beni dansa kaldırmayacak mısın' diye sordu.
'Kaldıramam, kusura bakma' dedim, 'çünkü adam bu şarkıda Fransa'da göçmen ya da kaçak olarak çalışan Cezayirli inşaat işçilerinin yalnızlığını ve çaresizliğini anlatıyor!'
'Olabilir, zarar yok' dedi, 'ben Almanca bilirim, Fransızca bilmem.'
'Ama ben bilirim,' dedim, 'bile bile de lades yapamam.'
İşte o hesap. Hanım bozulmuştu, düzeltmen arkadaşlar lütfen bozulmasınlar.
Fakat 'bilgi veren yazarız' ya, bu arada bir bilgi daha aktarayım. Proust, kendisi için 'Fransızca'yı bozuyor' diyen Fransız Akademisi üyelerine şöyle yanıt vermişti: Benim adım Marcel Proust... Ben akademinin kurallarına uymakla yükümlü değilim, tam tersine, akademi benim eserlerimi izleyecek, inceleyecek, ben Fransızca'yı nasıl kullanıyorsam kurallarını ona göre oluşturacak!
Akşam Gazetesi, Eylül 2006