Yazar: Öznur Gülersoy
Dört yaşlarındayken anneme, “Anne ilerde üç çocuğum olursa ne yapacağız?” dermişim.
Annem: “Bakarız kızım.”
Ben: “Ee dört çocuğum olursa napcaz?”
Annem: “Onlara da bakarız kızım.”
Ben: “Ee anne, yedi çocuğum olursa...”
Annem (gülerek): “Onlara da bakarız kızım...”
Daha o yaşlarda biliyormuşum sanki, zor olduğunu çok çocuğa bakmanın...
Gerek ekonomik, gerek sosyal birçok sebebi var, çocuğunu vermenin. Bakamıyorsun herhalde kendi bebeğine ve vazgeçiyorsun; hasta bu çocuk, benden uzakta da kalsa bari yaşasın diye… Beni sokakta kalan veya devlet korumasında, sevgi yuvalarında gördüğüm çocuklardan ayıran farkım, evlat edindirmek isteyen aileden evlat edinmek isteyen aileye resmi bir şekilde kayıtlara geçirilerek geçiş yapmam. Tabi çok küçüktüm, hatırlamıyorum o anları. Ama o dönemde, bundan yaklaşık 24 yıl evvel beni mahkemede gören avukat amcanın bugün anlattıklarına göre, kara iri gözleri olan, etrafına masumca bakan, nerede olduğunu dahi idrak edemeyen bir kız çocuğuymuşum… Ve beni o dönemde evlat edinen annemin anlattıklarına göre ise, sümüklü, saçı başı dağınık, kirli, elbisesi yırtık bir şekildeymişim beni ilk gördüğünde. Ve sonrası, masal gibi bir hikaye…
**
Ben biyolojik babamı hiç tanımadım. Tanımak da ister miydim bilmiyorum. Bildiğim, onun bir kazada öldüğü ve geride dört çocuklu bir hamile eş kaldığı. Benimse bu beş çocuktan dördüncüsü olarak, şimdi yaşadığım aileme evlat edindirildiğim. Biyolojik annem ekonomik anlamda bakamadığı, çok fazla hastalandığım ve geçirdiğimiz kazadan sonra korkudan olsa gerek sürekli çığlıklar attığım gerekçesiyle beni evlat edindirmek istemiş. Yaşadığımız yere yakın bir köyden bir ilan duyarak gitmiş ailem ve beni alıp getirmiş. Daha dönüş yolunda, annemin kucağında uyuyakalmışım. Bundan sonrasını hatırlıyorum artık. Çok mutlu bir çocukluk geçirdim.
Ne kadar tuhaf aslında, insan kendi kanından olan insanlardan sadece “biyolojik” oldukları için haberdar oluyor bir gün ve hayatı hiç de altüst olmuyor. Sadece biraz tökezliyor ama emek ve sevgi son sözü söylüyor. Tıpkı Cengiz Aytmatov’un o muhteşem eseri Selvi Boylum, Al Yazmalım’da olduğu gibi… Ya da İnek Şaban’dan hiç beklenmeyecek denli duygusal bir film olan Garip filminin sonundaki gibi...
Beni veren aileyi, biyolojik anne ve kardeşleri çocukluğumdan beri tanıyorum. Ama onları sadece uzaktan bir akraba olarak tanıttılar bana. Evimize gelip gittiler, biz onlara gittik. Ben 21 yaşıma dek etrafımda neler olup bittiğini tam da anlayabilmiş değildim. Şaka gibi; gülebilirsiniz ama öyle oldu. Sorular beliriyordu kafamda üstelik ara ara, anne ve babamın yaşı büyük, yüzüm gözüm biraz şu bizim eve gidip gelen insanlara benziyor, e bana da biraz değişik davranıyorlar falan filan… Ama hayatta ulaşmak istediğim hayallerle öylesine meşguldüm ki daha fazla derinine inmedim hayatımın; en azından iyi bir üniversiteyi kazanıp hayallerimi gerçekleştirene değin… Ailemdi yanımda gördüğüm kendimi bildim bileli; onlar beni seviyordu, ben de onları çok seviyordum; nasıl olduysam oldumdu.
Zor zamanlar geçse de bazen, aslında toplamda bütün öğrencilik yıllarım çok dolu dolu, özgür bir birey olma çabasıyla geçti. Ailemden iyi bir terbiye aldığım konuşulurdu her veli toplantısında. Ve bütün öğretmenlerimin büyük umut bağladığı, yaramaz ve tembel çocuklara örnek gösterdiği, edebiyat öğretmenimin “can kızı”, matematikçimizin “akıllı kızı”ydım. Bana bağlanan umutları boş çıkarmamak için var gücümle çalıştığımı biliyorum küçücük kasabada, tiyatro, voleybol, bisiklet derken… Aslında hayatımın tümünü çalışmaya adadığımı biliyorum.
17 yaşına geldiğimde, iyi bir Türkiye derecesiyle ODTÜ’yü kazandım. Dershanemizin ısrarıyla benim başarı fotoğrafım asıldı ilimizin ilçemizin yollarına, okullarına. Bir ilkti bu sanki, herkes kutluyordu beni ve ailemi. Ama ben hala her şeyden habersizdim, melek gibi uçuyordum sadece, hayallerim oluyordu bir bir. İsteyince başaramayacağım şeyin olmadığını görüyordum. Arkadaşlarımdan bazıları kıskançlık etse de aldırış etmedim. Ve ODTÜ’de yaşamaya başladım tek başıma, o yurttan o yurda geçti 7 senem (yüksek lisans ile birlikte) o cânım kampüste. ODTÜ’yü, doğayı, bisikleti ve insanları çok sevdim. Sosyal projelere koşturdum elimden geldiğince; hatta çok sevdiğim dayımı ziyarete Paris’e gittiğimde bile hep daha fazlasını gerçekleştirmek hissi ile doluydum hayatta insanlık için. Rengi, dili, dini ne olursa olsun, çocuklar için çalışmalıyım dedim. İşte bundandır belki de mülteciler, sığınmacılar, göçmenler bana hep daha ilgi çekici geldi uluslararası ilişkiler derslerinde.
Her neyse, 21 yaşlarında üniversitede birinci sınıf bitiminde, o uzaktan akrabalar diye bildiğim insanlar, ailemi rahatsız etmeye başlamışlar, benim imzalamam için bir kağıtla eve gelmişler. 4 yıl sonra gene geleceklerdi, babadan kalan miras hakkımı onlara bırakayım diye. O sıralarda annem tansiyon babam şeker hastası oluvermişti bir anda. Ben üzülüp de derslerimden kalmayayım diye ailem benden bu durumu gizlemişti ama evde tuhaf bir şeyler olduğunun farkındaydım. Beni 21 yaşından sonra, büyüdü paklandı, e üniversiteyi de kazandı, neden onların inisiyatifine vermiyor ailem diye, o uzaktan akrabalar, yani biyolojik ailem olmadık lafı söylemiş yaşlı anne ve babama. Ve bana tüm “gerçeği” söyleyecekleri gerekçesiyle tehditler savurmuşlar. Oysaki tam o sırada anlatsaydı annem her şeyi, ben onların böyle tehditlerine boyun eğmelerine izin vermeseydim keşke.
Bir gün, onların kastettiği o tüm “gerçekleri” öğrendim annemin ağzından tek tek. Ve neden bunca yıl beklediğini de şu sözlerle dile getirdi anne yüreği. “Bizi bırakıp gidersin diye korktuk kızım. Ama sen ne istersen yapmakta özgürsün. İnsan gibi olsalardı, onlarla zaten görüştürüyordum seni, ama onlar bizim verdiğimiz emekleri hiçe sayıp bize olmadık laflar ettiler.”
Ve sonrası, çok sevdiğim bisikletime atlayıp düştüm yola, 10 km kadar yol gitmişim evden, güneşe doğru. Ve dişi bir kaplan edasıyla “benim aileme kimse zarar veremez” dedim bağırarak. O duygusal ve sakin kızdan, öyle öfkeli bir ses ilk defa işittim. Yani bütün öfkem “beni neden vermiş, neden dört çocuğa bakmış da bir beni vermiş” gibi bir şeyden ötürü değil de aileme neden kötülük ettiler, bana emek ve sevgi veren bu iki güzel insana nasıl bunu reva görürler, utanmadan” diye oldu.
İşte onların planının aksine, ben her şeyi öğrendikten sonra daha çok bağlandım aileme, zaten çok severdim ama o andan itibaren daha da çok saygı duydum. Herkese anlatmasam da hikayemi, yakın dostlarım ve hocalarım bildi. Herkesin anlayabilmesi zordu zaten ve ben de o günden sonra dostlarımı da, ileride kuracağım ailemi de ona göre seçecektim; beni gerçekten anlamasına göre. Hocalarımdan bazıları, her şeye aynı anda koşturuyor ve yetişiyor olmamla dalga geçip, Brezilya dizisi gibi hayatın dediler! Gülüştük. Artık “kendi kaderimi kendim yazacağım bundan sonra” dediğim an cesurdum. 1,5 yaşlarındayken haberim yokken değişen kaderime hep şükrettim. Senaryo çok güzel yazılmıştı çünkü. Başrolde ben vardım ve çok şanslıydım manevi anlamda; özellikle insan olmanın ne maddiyatla ne de unvanlarla, diplomalarla olamayacağını daha ergenlikte anlamıştım çünkü. Hayatım boyunca, bencil ve maddi şeylere değer veren insanlardan uzaklaştım.
O günden sonra, Ankara’da kimsesiz çocuklarla vakit geçirmeye çalıştım. Ama derslerimin ağırlığı ve kendi hayatımdaki olayları görünürde kolayca atlatsam da duygusal ağırlığını hâlâ taşımamdan ötürü, biraz ara verdim zaten onları gördükçe üzüldüğüm çocukların yanına gitmeye. Bu yardımımı biraz erteledim. En doğru zamanı bekledim. Soğukkanlı halde onların yanında olabileceğime inanarak... Ve o gün bugündür.
Ama bir yandan da bu konuda bilgili insanlara ulaşmaya çalıştım. Okulda çok değer verdiğim bir hocamın tavsiyesiyle bir psikologla görüştüm. Ama o da dedi ki, “Sen zaten kararını vermişsin, ailene sevgin öyle belli ki sizi üzen insanlar hiçbir şey başaramaz. Zaten aklı başında reşit de bir bireysin.” Daha sonra onun da içinde bulunduğu “Evlat edinmek ve Evlat edinilmek” konulu seminerde konuşmacı olarak, iki saat içinde hiç nefes almadan konuştum kendi kendime konuşur gibi… Şu anda burada bu hikayeyi paylaşmamda destek olan çok değerli hocamı işte o an tanıdım; tıpkı anne babam gibi güzel yürekli aileleri de... Kendi hikayemden yola çıkarak, zorlukları olsa da anne ve baba olmak isteyen insanların, bu isteklerine karşılık bulabileceklerini söylemeye çalıştım. Sevgi bağının kan bağından üstün olduğunu. Toplumuzda hâlâ yadırganabilen bir durumken evlat edinmek ve edinilmek, bizim gibi güzel örneklerin olmasının bir umut olabileceğini düşünerek… Çünkü mahallemizde çocuk sahibi olmak isteyen ailelere de umut olmuş bizim hikayemiz. Bütün duygular karşılıklı aslında, evlatlar anne baba sevgisine doyuyor, anne ve babalar çocuk özlemini gideriyor.
Şimdi geriye dönüp baktığımda gururla taşıdığım bir kimliğim oluşmuş bu hayat hikayesinde. Masallardan daha gerçek. Akademisyen olmayı çok isterdim, bilimsel kitaplar yazmayı. Üniversitede aydınlandığım zamanlar gibi, üniversitede kalmayı hep. Özgürce düşünceler üretmeyi ve insanlık adına bir iz bırakabilmeyi. Bunun için yolun yarısındayım. Ama hayat bu, başaramazsam da ülkemde bilgi ve tecrübelerimle faydalı olacağım bir kurumda çalışmayı çok isterdim. Çünkü gerçekten kaybolmayı istemiyorum yaşam içinde ve bir gün çok iyi işler yapmayı ümit ediyorum. Bu yolculuğumda hep iyi, doğru, güzel şeyleri yaşayacak ve yaşatacak olduğuma inancım tam çünkü...
Çocukken bahçemizde annelerinin bırakıp gittiği, avucumuzu bile doldurmayan kedi yavrularına annelik yapardık ya hani annemle birlikte, işte bu yüzden çok önemlidir kediler benim için. Annelik duygusunu en önce onlarla öğrendim. Ve onlarla da aynı olmuş kaderim, beni de bu bahçede annem büyüttü, tıpkı onları da hâlâ hiç bıkmadan usanmadan büyüttüğü gibi.
Masalımız burada bitmiyor elbette ama burada yazamayacağım kadar çirkin şeyleri yaşatan, üzen biyolojik anneme ve çocuklarına ise sadece teşekkürlerimi sunuyorum; beni verdikleri ve gerçek niyetlerini ortaya koydukları için. Nefret dahi edemiyor insan. Ama şu bir gerçek: sevgi, iyilik ve emek. Ve benim için asıl olan insanlık ve yürek. Daha onlarca duygu çıkabilir geriye: kızgınlık, kırgınlık, öfke… Bunların hepsi geçiyor. Kareler doluyor zamanla ve önemli olmuyor doğum günleriniz dahi. Benim için en önemlisi, her şeyin çabucak gelip geçtiği bir hayatta geçmişe takılı kalmadan önümüze bakmak ve umutlu olabilmektir, bütün çocuklar benim kadar şanslı olsun diye….
*Bu yazı, “Sosyal Duvarları Yıkalım Projesi” için kaleme alınmıştır.
Sabancı Vakfı Hibe Programları kapsamında desteklenen ve Hayat Sende Gençlik Akademisi Derneği'nin öncülüğünde beş sivil toplum kuruluşunun girişimiyle hayata geçen "Sosyal Duvarları Yıkalım" projesi, devlet korumasında yetişen çocuk ve gençlerin ayrımcılığa uğramadan hayata hazırlanması konusunda çalışmalar yapıyor. Projenin amacı, söz konusu bireylere yönelik toplum ve medya nezdindeki olumsuz algıyı değiştirmek. 2 Eylül'de projenin temelini atan proje yürütücüleri, ilk etapta yazılı ve görsel medyada yer alan konuyla ilgili haberleri ve içerikleri arşivleyerek çok farklı alanlardan gelen uzmanlarca ve yurtta yetişen gençlerce yapılacak düzenli toplantılarda analiz edecek. Proje bitiminde hazırlanacak kapsamlı rapor ise, birbiriyle bağlantılı mecraların arasında ortak bir dil oluşturarak toplumsal dönüşümü sağlamak amacıyla basın kuruluşları, kamu kurumları ve sivil toplum kuruluşlarıyla paylaşılacak. Daha detaylı bilgi için:
http://sosyalduvarlariyikalim.org
http://facebook.com/sosyalduvarlariyikalim
http://twitter.com/duvarlarahayir
http://info@sosyalduvarlariyikalim.org