Yazar: Handan Saraç
“Seni seviyorum...” Kimilerine göre, söylenmesi en zor olan şey. Kimilerine göre, geç kalmadan mutlak söylenmesi gereken şey. Kimilerine göre ise, söylenmesi pek de gerekmeyen sözler...
Peki ne demek “seni seviyorum”?
Kimileri, “anlamından emin değilim” diyor. Kimileri onu “ciddi bir taahhüt” olarak görüyor. Bazıları “bir sadakat yemini”, bazıları karşısındakini “olduğu gibi kabul etme” olarak tanımlıyor. Bazıları ise çok geç kalmış bir “seni seviyorum” cümlesinin hiçbir anlam taşımadığına inanıyor.
Ünlü bir reklamcı geçenlerde televizyonda, “seni seviyorum” demenin aslında “beni sev” demek olduğunu söylüyordu.
Teknoloji nesli ise, “içerik” ve “form” konusunu tartışıyor. “I love you” yerine ILY yazmanın aslında insanın karşısındakini sevmediği anlamına geldiğini savunanlar var.
“Seni seviyorum...” Kimileri için sadece sevgiliye söylenecek bir aşk cümleciği, kimileri içinse anne, baba, kardeş, arkadaş, herkesi içine alan bir ifade.
Galiba ben de, en genel anlamıyla, söylenmesi –hele çok sık söylenmesi- pek de gerekmeyen bir çift söz olarak görüyorum onu. Dillere ne kadar çok dolanırsa, o kadar az anlam, o kadar az duygu taşıdığını düşünüyorum.
Birkaç yıl önce yitirdiğim bilge bir dostum, bana insanlık tarihine, toplumların hayatına baktığımızda ne zaman bir değerden, bir erdemden çok fazla söz edilmişse, bunun o değerin eksikliğini, yokluğunu gözlediğimiz dönemlere denk geldiğini söylemişti. Toplumlarda ahlak çöküntüsünün had safhada olduğu dönemlerde sürekli ahlaktan söz edilmesini örnek vererek.
Kimbilir, telefonda, kısa mesajlarda, ayaküstü vedalarda, her an her yerde “seni seviyorum” demenin yükselen bir trend olduğu günümüzde, belki de gerçek sevginin eksikliğini örtmeye çalışıyoruz.
Demek mi, dememek mi?
“Seni seviyorum” demenin olumsuz birşey olduğunu düşünmüyorum elbette. Ama yerli yersiz her an söylenmesinin, onun değerini, anlamını erozyona uğrattığına inanıyorum. Sahtesiyle gerçeğinin birbirine karıştığını düşünüyorum.
Yani aslında “seni seviyorum” demenin onu sözcüklere dökmek dışında –bilinçli bilinçsiz- sayısız şekli olduğunu düşünüyorum.
Belki de ben duyguların sadece sözlere değil, davranışlara bile fazla dökülmediği bir dönem ve ortamda yetiştim. Hatta zaman zaman bunu eleştirdim de. Sevgisini bir önceki kuşağa kıyasla daha açık ortaya koyan bir insan olmak için bilinçli bir çaba da harcadım. Bunu bazen becerebildim, bazen de yabancı bir sahnede, üstüne tam oturmamış bir rolü oynamaya çalışan acemi bir oyuncu gibi hissettim kendimi.
Zaten “seni seviyorum” ifadesi “bizim zamanımızda” sadece sevgililerin romantik anlarda birbirine söyleyeceği sözlerdi. Yani şimdiki gibi, sevdiğiniz, değer verdiğiniz herkese “seni seviyorum” denmiyordu. Hele “sevdiğinizi geç kalmadan söyleyin, teşekkür edin” türünden bir yaklaşım –en azından bizim toplumumuzda- henüz ana rahmine bile düşmemişti.
Sonra, iki kuşak arasına sıkışmış bir kuşağın mensubu olarak, bir uçtan öbür uca savrulmaktan vazgeçip sevginin özüne odaklandım. “Seni seviyorum” desek de demesek de, önemli olanın, küçük ve sıradan davranışlardan can alıcı fedakarlıklara uzanan uçsuz bucaksız bir skalada kendimizce dolaşırken, yüreğimizde olan bitenler ve mutlaka bir biçimde sevilene yansıyanlar olduğunu düşündüm.
Sevgi gerçeği, sevgi yalanları
Benim için her zaman bir kardeşin çok ötesinde olan, sadece iki yaş aramız olmasına rağmen her an her yerde her koşulda “küçük annem”, “dert ortağım”, “akıl hocam” olan ablamı düşündüm. Onunla birbirimize olan sevgimizi hemen hiç dillendirmediğimiz halde, bundan ikimizin de hayatta hiçbir şeyden kolay kolay olamayacağımız kadar emin olduğumuzu düşündüm.
Son yedi yıl içinde, yaşamla ölüm arasındaki incecik çizgide birlikte gezinirken bile, bunu hiç sözcüklere dökmediğimizi hatırladım. Biliyordum ki, uzun, riskli, sonu belirsiz bir operasyon için gülerek bana veda ederken, benim bir hastane odasında ya da bir telefonun başında “nasıl bekleyeceğimi” en iyi o biliyor, kaygısız tavrıyla beni yüreklendirmeye çalışıyordu. Yabancı bir hastanenin soğuk, loş, ıssız bekleme salonunda gergin ve tedirgin, tek başıma saatleri sayarken, “gecikme nedeninin sadece kemoterapi cihazının takılması için damarın bulunamaması olduğunu” söylemesi için bir hemşireyi görevlendirmeyi, klimadan üşütmemem için bana hemşireyle bir battaniye göndermeyi yine o düşünüyordu.
Yine bir yabancı ülkeye bir alternatif terapi denemesi için birlikte gittiğimizde, bir başka sevileni, annemizi “korumak” için yazdığımız senaryoları, attığımız yalanları da hatırladım. Uzak bir kentin otel odasından, ayrı saatlerde arıyorduk onu. Ablam neşeli bir sesle, dostlarıyla “Cenevre’de hoş bir tatil geçirdiğini, bol bol gezdiklerini” söylerken, ben de iki saat sonra aynı odadan arayıp “iş için geldiğim Hamburg’da havanın hayli soğuk ve puslu olduğunu” söylüyordum...
Rollerimizi iyi oynamaya çabalıyorduk. Ama kimbilir, belki annemiz de “sevdiklerinin” hayatını daha fazla zorlaştırmamak için inanır görünüyor, inanmaya çalışıyordu.
Yaptığımız, söylediğimiz, düşündüğümüz herşeyin, uykusuz gecelerin, acıya boşverme çabasıyla olura olmaza gülmemizin, “yarın” bir meçhul olduğu için vargücümüzle “o ana” odaklanmamızın özünde tek şey vardı. Hiç dile getirilmeyen ama suskun ve canhıraş bir çığlık gibi içimize çakılmış duran o şeyin gücünü, anlamını damarlarımızda hissediyor, yaşıyorduk.
Söylemeye ne gerek vardı?
Sevgiyi yaşamak
Bu yazıyı okurken belki sizler de benzer örnekler hatırladınız kendi hayatınızdan. “Seni seviyorum” dediğiniz, demediğiniz, dediğinize ya da demediğinize pişman olduğunuz anları düşündünüz. Belki siz de sevgiyi dillendirmektense onu sessizce “yaşamayı” seçenlerdensiniz.
Herkesin gerçeği farklı. Ne kadar insan varsa yeryüzünde o kadar gerçek var. Herkes sevgi labirentinde kendi yolunu seçmekte özgür. Kimileri için bu yol sadece yürekte dolanan ve dışarıya hiç açılmadığı halde bir başka yüreğe mutlaka ulaşabilen bir yol olsa da...