Yazar: Oktay Akbal
İlkyaz geldi mi? Şöyle bir çıktım dolaşmaya... Bizim orda bir park var, bir de kahvesi. Güneş var, ama serinlik yine de kendini duyuruyor. Günümüzün gribi bir yakaladı mı atamıyorsunuz onu üstünüzden! Bir ter!.. Zor attım kendimi eve. En iyisi pencereden bakmak. Bir anda her yanı kaplayan sarılı, morlu papatyaları seyretmek...
Ne çok konu var yazılacak, ne çok! Her gün yazmak isteği diriliyor ilkyazın bugünlerinde... Kitaplar, dergiler, mektuplar, hele anılar! Cahit Sıtkı “Gittikçe artıyor yalnızlığımız...” demişti... Hem de daha otuzlu yaşlarda iken!.. Büyükbabam sekseninde çevresine bakıyor, kendi kuşağının insanlarını göremeyince hayıflanıyordu: “Akşam yat, sabah kalk, sonra yine akşam. Ne anlamsız şey şu yaşam!” Öyleydi, sık sık görüştüğü Kâzım Karabekir Paşa gibi, Faik Ali Ozansoy gibi yaşıtları çoktan yok olmuştu, o ise anılarıyla baş başa kala kalmıştı!..
Saffeti Ziya’nın “Salon Köşelerinde” adlı romanını okuyorum. Osmanlı’nın Batılılaşmak, daha doğrusu Avrupa yaşamına özenmek yıllarının öyküsü... Pera Palas salonlarındaki danslar, cilveleşmeler, aşklar, serüvenler... Saffeti Ziya ne güzel anlatmış bunları! Hürriyet tutkusu, güzel yaşamak isteği... Yazarın sevdiği kadın, İngiliz Lydia Londra’ya dönerken kitabın sonunda yazar şöyle der:
“...korkunç bir istibdadın zinciri beni olduğum yere mıhlıyor. Terakkiye, nura, ışığa, medeniyete doğru bir adım atmaklığıma mani oluyordu. Şimdi her şey, her şey, aşkım, ruhum, gençlik emellerim, bütün varlığım, bütün umutlarım benden kaçıyor, beni ebedi bir hüsrana, ebedi bir sefalet ve perişanlığa mahkûm ediyordu... Ve uzaktan Lydia ile Wilson mendillerini sallıyorlar. Aşk ve hürriyet bana kucak açıyordu... Fakat heyhat.”
Heyhat... Bu çığlık, istibdat İstanbul’unun aşka, özgürlüğe duyduğu özlemin, çağdaşlaşma tutkusunun sesidir. Birkaç yıl sonra istibdat dönemi yıkılıp özgürlük çağı açılacak, daha doğrusu 1912’den sonra açıldı sanılacak, ama yine “heyhat”ların ardı arkası kesilmeyecekti!..
“Şaşkın insan, nereye doğru gittiğini bilmeyen insan.”
15. yüzyıl Fransız şairlerinden Charles D’Orleans –ki bir prenstir- bir şiirinde böyle yazmış... Beş yüzyıl önce!.. Nereye gittiğini bilmeyen şaşkın insan! Şimdi sanki biliyor mu? Beş yüzyıl geçmiş geçmesine, nice şiirler, romanlar, felsefeler, bilimler yaratmış o şaşkın insan... Ama bütün bu çalışmalarla doğru yöne gitmesini bilememiş... Gide gide varmış dehşete, korkuya, acıya, bataklığa... İşte 21. yüzyıla girerken dünyanın manzarası: İnsanın insana ettiğini ne doğa, ne hayvanlar, ne de başka bir güç yapmamış, yapmıyor, yapmayacak!..
Başaran’ın “Koca Bir Troya Dünya”sında içinde yaşadığımız acımasızlık günlerini şu dizelerde buldum:
“Kazılırken böğründe toplu gömütler / Senin ellerin mi bunlar Avrupa / Çırpınırken her çalıda bir yürek / Senin gözlerin mi bunlar / Nasıl bakacaksın yüzüne tarihin / Ah dünya koca bir Troya / Yaşamı savunan Hektor’u sürüklüyor / Her yanda kanlı araba / Ne zaman insan olacak insan.
Pencereden bakıyorum. Taşıtlar, trenler, uçaklar, gemiler... Charles D’Orleans’la Başaran beş yüzyıl önce ve sonra aynı yargıyı vermişler: “Nereye gittiğini bilmeyen şaşkın insan... Ne zaman insan olacak insan...”
Kaynak: Oktay Akbal, “Kanatlı Sözler Uçar mı?”, Dünya Yayıncılık, İstanbul, 2003, ss. 15-16.