Yazar: Handan Saraç
Sinema salonlarının karanlığında ya da beyaz ekran karşısında duygulanarak seyrettiğimiz dramlar çoğu kez gerçek hayatta kızdığımız, kınadığımız, eleştirdiğimiz insanlar ya da insanlık halleri değil midir? Yalnızca film seyrederken değil, o filmlerin temelindeki romanları, öyküleri, senaryoları okurken de benzer duygular yaşamaz mıyız?
Evlilik dışı aşklar... Yoksulluğun suça ittiği insanlar... Bir anlık hataları ya da öfkeleri insanların canına mal olmuş kişiler...
Yazar ya da senarist “onlardan yana” ise, onlar için gözyaşı dökebilir, onlar adına kadere, topluma, bireylere isyan eder, öfkeleniriz.
Neden? Gerçek hayatta esirgediğimiz hoşgörüyü sanal ortamda niçin bol keseden harcarız?
Bir romanın, bir filmin ya da TV dizisinin hayal dünyasında, kahkahaları ve gözyaşlarını ölçüsüzce harcamanın bir bedeli olmadığı için mi?
Hayal ürünü karakterlerin, eylemleri de “gerçek” olmadığı için mi?
Karakterlere değen yaratıcı elin, onların aşklarını kutsal ve yüce, hatalarını bağışlanır, kusurlarını sempatik göstermesinden mi?
Bu sanal dünyalarda olup bitenin ucu bize dokunmadığı için mi?
Gerçeğin boyutları
Sanırım, yukarıdaki soruların tümünde hayatın gerçeklerine gönderme var. Evet, o insanlara ve olaylara yaratıcı bir el, engin bir hayal gücü, öyle bir dokunuyor ki biz onları “anlıyoruz”, öfkelerine hak veriyor, hatalarını hoşgörüyoruz. Ve tabii hiçbirinin “ucu bize dokunmuyor”.
Bir sevgili için terk edilen eş biz değiliz, tüm kurallara kafa tutan gencin annesi, babası veya öğretmeni de. Tam da bu nedenle, o yasak aşkı anlıyoruz, o kuraldışı davranışları hoşgörüyoruz.
Oysa gerçek hayatta, gerçek ilişkilerde bu hoşgörüyü göstermek çok zor. Kendimizce geçerli nedenlerimiz var. Ya işin doğrudan içindeyiz: mağduruz, aldatıldık, haksızlığa uğradık… Ya da dışarıdan bakıp kendi kıstaslarımıza, değerlerimize göre yargılıyoruz: Komşumuz eşini aldattı, mahalleden biri evlilik dışı bir çocuk doğurdu. Ne yanlış, ne ayıp, ne günah!
Bizi aldatan eş bir film kahramanı olsa ona farklı bakacaktık. Tabii senarist onu “sempatik” göstermeyi seçmişse. Aldatanı değil terk edileni sempatik gösteren bir senaryo da olabilirdi. Gerçek hayatta ise hangi konumda olursak olalım hep kendimizi haklı görme eğilimi baskındır. Kendi dışımızdakileri yargılarken de -ah aslında herşeyin temelinde “yargılamak” var!- toplumsal, dini, ideolojik görüşlerimize ya da kişisel izlenimlerimize dayanırız.
Oysa gerçekte kim bilir kimin “haklı” ya da “haksız” olduğunu? Hakkın, haksızlığın ne demek olduğunu? Bilimsel yollardan ispatı olmayan hiçbir meselede fikir birliği sağlanamaz!
Başkalarının acısı bize okununca...
Arch Hart, “Bir rahip başkalarının acısını ne kadar taşıyabilir, o acı kendisini yakıp tüketmeye başlamadan? Dertli insanların tümüyle duygusal yakınlık kurmak durumunda olduğumuzda, onlarla temasın ne kadarını kaldırabiliriz?” diye soruyor bir makalesinde.(*)
Kimbilir, belki burada bir anahtar vardır. Sadece “dertli” insanlarla değil, bireysel zaaflar ya da toplumsal baskılar nedeniyle “kabul edilemez” davranışlarda bulunan kişilerle de içtenlikli bir bağ kurduğumuzda onların öfkesini, acısını daha iyi “anlayabiliriz”. Anlayınca da onların yaşadıklarından bize de acılar çıkar.
Sanal dünyada ise sadece “mış gibi” yapabiliriz; televizyonu ya da kitabın kapağını kapattığımızda artık acı çekmeyiz.
Ya gerçek dünyada? Gardımızı düşürürsek, bu acıların ne kadarını kaldırabiliriz?
Deneyimler gösteriyor ki gerçek hayatta ancak, başkalarının acısına büsbütün duyarsız kalmadan, ama kendimizi belli bir düzeyde “koruma” altına alabildiğimiz ölçüde duygusal bir yıkımın önüne geçebiliriz.
Sempati mi, empati mi?
İnsanlar tüm acı çekenlere yönelik bir “sempati” besleme eğilimi taşıyabilir. Psikologlar ise sempatinin özel bir formu olan “empati” kavramını tercih ederler, çünkü empati, karşısındakini onun acısını bire bir yaşamadan ilgi ve sevgiyle anlamayı tanımlar.
Arch Hart, farkı şöyle açıklıyor: Sempati, en yaygın şekliyle karşımızdakinin çektiği acıyı çektiğimizi göstererek onu avutma yoludur. Bu, diğerlerinin adeta kendi acılarını yaşama hakkını ellerinden alan ve duygularının öneminin küçümsenmesine yol açan bir yaklaşımdır. Bir başkasıyla birlikte onun acısını yaşamak kolayca bencilliğe ve kendi kendini tatmine dönüşebilir.
Sempati, aslında “Ne hissettiğini biliyorum çünkü ben de aynı şeyleri hissediyorum” anlamını taşır. Empati ise “Senin ne hissettiğini ben asla bilemem çünkü senin acın tamamen benzersiz ve sana özel birşey, ama ne hissettiğini anlamak istiyorum, anlamaya çalışıyorum” der.
Klinik araştırmalar empatinin sempatiden çok daha rahatlatıcı ve yararlı olduğunu gösteriyor. Acı çeken insanlar, kendi acılarının başkalarının da acı çekmesine neden olduğunu gördüklerinde sadece daha fazla acı çekiyorlar. Acı çeken insanlar başkalarının da kendi acılarından duygusal olarak etkilenmesiyle değil, ancak “anlaşılma” yoluyla şifa buluyorlar.
Acı çeken insanlar yerine, aşık olan, öfke duyan, şiddete başvuran insanları da koyabiliriz. Çünkü onlara sempati, antipati duyduğumuz, onları eleştirdiğimiz, dışladığımız ölçüde değil, ancak “anlayabildiğimiz” ölçüde yardımcı olabiliriz.
Bol keseden “sanal sempati”, dünyasal acı ve kınama yerine biraz da “sahici empatiyi” denesek?
(*) The Pitfalls of Sympathy, Arch Hart, 7 Mayıs 2007, your.syneyanglicans.net