Yazar: İbrahim Tutuk
Ruhum sıkılınca, aklıma hep aynı güzel günler gelir. 8-10 yaşlarındayken, evimizin bulunduğu, çok sevdiğim Salacak’taki günlerim… Sımsıcak dostluklar, komşular…
Kendini güvende hissederdi insan. Plazalarda çalışıp rezidanslarda oturan bizler için ne kadar büyük bir kayıp, farkında olmadan insani değerlerden uzaklaşıp gitmek! İster istemez farkındalığımızı yitirip yalnızlaşıyoruz. Hazır yemeklerden, damacanadaki sulardan, kapalı garajdaki arabadan, kısacası suni bir hayattan tat alamadan yaşamanın sıkıntısı var hepimizde…
Çıkmaz sokak, evimizden iskeleye kadar inerdi. Eskiden, Salacak Vapur İskelesi vardı. Tahta bir iskele... Ağaç kütüklerin üzerine kurulmuştu. Halat bağlamak için iki baba da vardı. Tahta iskele, aslında çok yorgundu; ağaçların bazıları çürümüş, araları açılmıştı. Oradan tek iğneli misinamı sallandırıp gözümü de deliğe dayayarak gümüş balıklarını tutmak ne çok hoşuma giderdi! Kısa pantolonumla iskelenin bir ucundan diğer ucuna koşup, arkadaşlarım benden daha çok mu tuttular acaba, diye bakardım. Bazen misinalarımız karışırdı; mahallenin çocuklarıyla kavga eder dururdum akşama kadar.
Her gün okuldan çıkınca iskeleye giderdik. İskele öyle yaşlıydı ki artık vapurlar gelmiyordu. İskelenin yan tarafında balıkçı barınağı vardı; hemen Huzur Restoran’ın önü. Oradan Harem’e yol yoktu. Balıkçı amcalar, ağlarını sererlerdi barınağın civarına ve muhabbetle eğlenerek akşama kadar tamir ederlerdi onları. Sonra balıkçı motorları taka taka giderlerdi balığa; ne şenlenirdi çocuk yüreğimiz…
Ne güzel midyeler çıkardı Kızkulesi'nin Marmara’ya bakan açığından; kocaman kocaman ve ne lezzetli olurdu onlar! Peynir tenekelerinin kapaklarını Laz Bakkal’dan aldık mı, doğru iskelenin orada ateş yakardık. Üstüne teneke kapağı, onun da üstüne midyeleri koyar, pişirirdik. Ah ne güzeldi o günler!
Denizin yakamozlu halinin seyrine doyum olmazdı. Güneş öğleden sonra dalgalara vurdukça ne güzel yakamoz oluşurdu. Tablo gibi Topkapı Sarayı, Ayasofya, Galata Kulesi ve Kızkulesi de manzaranın içinde olunca, ne sıkıntı, ne dert, ne tasa…
Bizim çıkmaz sokaktan aşağı inerken yüksek duvarlı bir bahçe vardı. O duvarı tırmanınca, ne güzel karadutlar çıkardı karşımıza. Ben henüz tam olmamış ekşi kırmızı dutları daha çok severdim. Onun için, dutlar olmadan onları yerdim. Olmasını bekleyenlere kalmazdı dut. O haylaz çocuk bendim. İncir ağacı da vardı aynı bahçede. Çok büyük olduğu için, tırmanmak zordu. Yine de incir ağacına tırmanırdık ve o kadar tırmanmışken, 2-3 saat inmez, sohbet eder; en tepesine çıkıp bulutları seyrederdik. Bir de defne ağacı vardı. İşte ona tırmanmak, benim için en keyifli işti. Çünkü, tepesinde çatal gibi üçüz bir dal vardı. Oraya çıkardım. Yaprak ve dallarıyla birlikte yatak gibi olurdu. Oraya uzanıp gökyüzünü seyrederdim saatlerce.
Yaz akşamları Salacak Gazinosu’na giderdik. Şimdi yerinde onlarca villa var. Tam Kızkulesi’nin karşısındaydı. Sahilden yukarıda, sanki yalı balkonu gibi tepeden denize bakardık. Akşamları dedeme Çamlıca gazozu aldırmaktan ve onu dakikalarca pipetle köpürterek içmekten büyük haz alırdım. Salacak Gazinosu’nda Türk sanat müziği sanatçıları program yapardı ara ara. Zeki Müren çıkardı bazen. Tahta masa ve sandalyeler… Mahalleli, neredeyse her akşam orada çekirdek çıtlatırdı. Boğaz’ın mis gibi deniz havası, insanların kahkahalarıyla huzur dolu bir ortama dönüşürdü.
Salacak Plajı, hafta sonları dolup taşardı. Kızkulesi’ne en yakın kara noktasındaki plajın iki kocaman dörtgen kayası vardı. Muhtemelen, hususi yapılmıştı denize girilsin diye. Oradan denize atlardık; Kızkulesi’ne yüzmek için yarışırdık. Bazen de Şemsipaşa Hava Üssü Lokali’nin oradan denize atlardık ve akıntı bizi Salacak’a kadar götürürdü. Çok eğlenirdik; denize bir batıp bir çıkarak, karpuz kabukları gibi kendimizi akıntıya bırakırdık. Salacak Plajı’ndan sonra denizden gidilebilen bir ara yer vardı. Orada da mahallenin bayanları denize girerlerdi. Kadınlar için, harem gibi bir yerdi.
Kızkulesi’nin Sarayburnu’na bakan açığında ters akıntı vardır. Orada devamlı olarak gözle görülür bir girdap oluşur. Kendimize iş aradığımız zamanlar kayıkla oraya giderdik. Girdaba girer ve oradan çıkmak için kürek çekmekten bitap düşerdik. Bazen de gizlice Kızkulesi’ne çıkardık. O zamanlar radar görevi yapan kulede bir köpek vardı. Zavallı köpek, ne zaman bizi görse, sevgiden mi, yoksa saldırmak için mi bilinmez, denize atlardı. Doğru düzgün kimseyi görmeden, kulede bekçilik yapardı.
Salacak günlerimi özlüyorum…