Yazar: Buket Uzuner
Şehirler insanlara benzer, hepsinin farklı karakterleri vardır. Bizlerse kendimize benzeyen karakterlerle daha iyi anlaştığımızı sanırız. Ben günlerden bir gün İstanbul ve Paris’in üstüne bir gül kokladım. Adı New York’tu. Kimi insanlar, âşık oldukları kişiyi veya şehri her gördüğünde ya da onunla beraber yaşarken, üstelik canından bezdiği, yalnızlığın dibine battığı zamanlarda bile (ki iki kişilik yalnızlık da vardır) onun duruşundan veya havasından şifa bulurlar. İçindeki hayat damarının 24 saat attığı, hiç uyumayan, insanın en muhteşem ve en çirkin yüzünü sakınmadan gösteren, yalnızlığın en dibe battığı, umudun en yüksekte uçtuğu New York’u, İstanbul’a benzer bu nedenlerle seviyor olmalıyım.
New York’un Manhattan Mahallesi’nde, 5. Cadde ile 23. Sokağı’nın kesiştiği yerde 1902’den beri mağrur ve şaşırtıcı güzelliğiyle dikilen sadece 22 katlı olan Flatiron binası, onu ilk gördüğüm yirmili yaşlarımdan beri beni büyüler. Bina, gerçekten de dik duran, yassı bir ütüye benzeyen, tamamı üçgen, gerçeküstü bir mimariye sahiptir. İlk önce göz aldanması sanıp etrafını dolaşanlar, sonra şaşkınlıkla gerçekten bir duvarının eksik olduğunu anlarlar. Flatiron Binası’na neden böylesine tutkun olduğuma gelince, bunu daha yakınlarda annemin yardımıyla bulabildim. Çocukken rüyalarımda gördüğüm evlere tıpatıp benzeyen Flatiron Binası, benim için belki de bazı rüyaların gerçekleşebileceğinin bir anıtıdır.
(Notos Dergisi’nden)