Yazar: Rollo May
BİREY KENDİ önemini yitirdiğinde, bir apati duygusu yaşanır; bu duygu, bilinç halinin daralmasının bir dışavurumudur. Asıl tehlike bilincin teslimiyeti, yani toplumumuzun kendini rahatlatmak için ilaçlara güvenmesi ve sadece ihtiyaçlarını karşılamak için değil psikanaliz mekanizmaları biçimindeki makinelere yaslanması, böylece mutlu ve sevebilen bir insan olabileceğini ümit etmesi değil midir? Karl Jaspers modern insanın öz bilincini yitirmesi tehlikesinden söz ederken abartmıyordu: onu çok ciddiye almalıyız. Zira bu kayıp artık psikanalistlerin veya “varoluşçu marazi” felsefecilerin zihnindeki kuramsal bir olasılık olmaktan çıkmıştır.
Kanımca önemli olma duygusunun yitiminin en derin biçimi, bilincin ve farkındalığın daralmasından kaynaklanır. Bu durum şuna işaret eder: Tarihsel insanın yani bir tarihi olduğunu bilen insanın son çağını yaşıyor olabiliriz. İçinde olayların tarihi olduğu bir son çağdan söz etmiyorum; konu bu değil. Benim bir insan olarak öz bilimcimle var olduğum bir tarihten söz ediyorum; tarihin bu noktasında durduğunu bilen ve bu gerçeğin sorumluluğunun idrakinde olarak geçmişin verdiği bilgeliği kullanıp çevresindeki dünyaya ve yaşama ışık tutan insanın son çağından söz ediyorum. Böyle bir eylem kendini olumlayan ve onaylayan bir öz bilinç gerektirir ve bunun sonucu olarak kendi önemime de inanırım. Aslolan, benim eyleme geçip geçmemem ve eylemlerimin bir etkisi olduğuna inanmamdır.
Bu dramdaki şeytanın teknoloji olmadığını ve teknolojiyi kaldırıp atarsak insanın ikileminden kaçabileceğimizi düşünmenin saçma olduğunu söylemiştik. Açıktır ki, teknoloji bir dizi araçtır ve önemli olan soru bu araçların hangi amaçlarla kullanıldığıdır. O kadar açık olmayan diğer nokta ise şudur: Kulak verdiğimiz bilgilerin koşullarını sağladığı için teknolojinin kendimize dair imgemizi şekillendirdiği de bir gerçektir. Fakat teknolojiyle ilgili asıl kritik tehdit bu ikisi de değildir. Asıl tehdit, teknolojiyi, kendi anksiyetelerimiz, yabancılaşmamız ve yalnızlığımızla yüzleşmemek için kullanma dürtüsüne teslim olmamızdır. Bir insan termonükleer savaşla ilgili endişe duyuyorsa, bir kaç füze daha yollarsak güvende olacağımızı düşünebilir. Yalnızlıkla ilgili endişe duyuyorsa bir psikanaliste gidebilir veya edimsel koşullama teknikleri öğrenebilir veya bir ilaç alıp bir süre veya bir doz boyunca seven ve mutlu olan bir adama dönüşebilir. Fakat teknoloji endişeden kaçmak için kullanıldığında kişi daha da endişeye kapılır, kendini daha çok yalıtır, bir süre sonra da yabancılaşır, çünkü bu süreç gitgide kişinin bilincini eritecek ve kendisini önem taşıyan, özgüvenli bir kişi olarak görmesini engelleyecektir.
Teknolojinin, sonunda kişinin sonunu getirecek olması, küçülen bilincimizin bıraktığı boşluğu doldurma işini görmek için kullanılmasındandır. Diğer taraftan, modern insanın karşı karşıya olduğu nihai zorluk, muazzam bir şekilde artan teknolojik gücünün yarattığı boşluğu doldurmak için kendi bilincini genişletip derinleştirmeyi başarıp başaramayacağıdır. Bana öyle geliyor ki hayatta kalmamız, şu ya da bu savaşın sonuçlarına değil, asıl buna bağlıdır.
Bununla birlikte, modern teknolojinin daha da zorlaştırdığı bir ikilemden daha söz etmek zorundayız. Bu da “kurum insanı” olgusudur. Zamanımızda, başarılı olan insanlar gitgide daha çok –bu da kollektifleşmenin kaçınılmaz sonucudur— “kurum insanlarından” çıkıyor. Bu insanlar, kendi önemlerinden vazgeçtiği zaman önem kazanıyorlar. New York kentinde gördüğümüz bazı hastalarda tuhaf bir paradoksla karşılaşıyoruz; kişi kendi orijinalliğini feda ederek Madison Bulvarı’ndaki statüsünü kazanıyor. Kişi, kurumda iyi çalışan birine, uyumlu bir “ekip üyesi”ne, bir kenara atılmamak veya kimse tarafından ateş edilmemek için koruyucu bir astar taşıyan bir işçiye dönüşüyor. Bu noktalarda size sizin önemli olduğunuz söyleniyor ama bu önem, tam da kendi öneminizden vazgeçme pahasına satın alınmış bir önem.
Kişinin kendi önemini deneyimleyemez hale gelmesi, Paul Tillich’in anlamsızlık ansiyetesi veya Kierkegaard’ın ‘hiçlik korkusu olarak anksiyete’ dediği bir tür anksiyeteye yol açar. Eskiden bunlardan psikoloji teorileri olarak bahsederdik; ben yirmi otuz yıl kadar önce psikanaliz eğitimi alırken, bu teorileri “nevrotik” insanlarda gözlenen psikolojik fenomen olarak işlerdik. Şimdi ise bu türden anksiyete toplumun tümüne yayılmış durumda. Zamanımızın psikoloji ikilemleriyle ilgili olarak bana, “saklanacak hiçbir yer” olmadığını söyleten değerlendirmelerden biri de bu. . . .
Rollo May. Psychology and Human Dilemma, s. 36-37 (Not: Kitabın Türkçe çevirisi yayına hazırlanmaktadır.)