Yazar: Oktay Akbal
“Kahveci olmayı çok isterdim. Hem gene de istiyorum. Şöyle deniz kenarında sessiz bir kahvem olsun, oraya kimbilir ne çeşitli insanlar gelip gidecek, ben onları tanıyacak seveceğim.” Ölümünden az zaman önce bir konuşmada böyle demiş Sait Faik. Kahveci olmak, deniz kıyısında bir kahve işletmek. Bir soruşturmada da vapurlarda bilet kesen bir memur olmak istediğini söylemişti. Öykücü Sait Faik’in özlemleriydi bunlar: Kahvecilik ve vapurlarda bilet memurluğu… Böyle işlerde bir sürecik olsun bulunsaydı, kimbilir ne zengin öykü konuları bulurdu! Ama kahvecilik, bilet memurluğu yapmadan o zengin, çeşitli insan malzemesini işledi durdu. Bütün kahveler, bütün vapurlar onundu. Tek bir vapurda gidip geleceğine, tek bir kahvede akşamlara kadar oturacağına, bütün vapurlarda, bütün kahvelerde gezdi, dolaştı, insan tanıdı, konularını yaşadı.
Sait Faik, bir bakıma, “Yaşama”nın başka bir adıdır. Yaşamaya en çok bağlı bir kişi, bugün yok, yaşamıyor. Yıllardır yaşam dışı. Sizce yaşamak nedir? diye soranlara şöyle karşılık vermişti: “Balık tutmak, kahvede oturmak. Yanımda çok sevdiğim köpeğim, insan tanımak, Beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı dolaşmak, arada içmek, hikaye yazmak, velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan avare gezmek bütün gün. İşte ben böyle bir hayattan zevk alırım, buna yaşamak derim.” Bu satırlar Sait Faik’in gerçek kişiliğini çizmeye yetiyor. Bütün gün avare gezen adam, hiçbir şeye bağlanmayan adam, kahvede oturan, balık tutan, köpeğiyle dolaşan bir adam. Böylesine serseri derler toplum düzeninde. Ama bu serseri ölmez şeyler söylüyorsa, kalıcı şeyler çiziktiriyorsa, ona başka ad verilir, büyük sanatçı denir ona.
Sait Faik, sanatçının ortaya çıkışını bir öyküsünde şöyle anlatmıştı: “Dünyanın yaratılışındaydık şimdi, insanın ilk zamanlarını yaşıyorduk. Onlar avlıyorlardı, ateş yakıyorlardı. Ben martıya ait bir mersiye yazmış ateşin karşısında okumak üzereydim. Bütün kabile halkı bana kızmıştı: ‘Bu herif çalışmayacak mı? Oturup kayalara düşünecek mi? Martı ölmüş. Onu seyredip bize masal mı anlatacak?’ Gündüz güneşin altında böyle söyleyenler, gece olup da kütükler, çalı çırpı yanınca, öbür tarafta rüzgar denizi homur homur söyletirken, martılar hâlâ deli gibi bağrışırken ben bir türkü, martının ölümünün türküsünü tutturacaktım. Çalışanları bir üzüntü, bir garipseme, bir birbirine sokulma hissi saracaktı. Sonra bu hal belki de işe yaramaz adamın bir vazifesi olarak tanınacaktı. Bir iki gün ağ tamir edecek, balık tutacak, beceremeyecek, fakat akşamları da onlara üzülüp sevinme arzuları veren türküler söyleyemeyecektim. ‘Ne susarsın be herif’ diyeceklerdi. ‘Hani bülbül gibi öterdin geceleri.’ Ertesi sabah beni balığa çıkarken uyandırmayacaklardı. Bırakacaklardı kendi halime.”
Sanatçının doğuşunu bu kadar başarılı biçimde anlatan başka bir yazı yoktur sanırım. Sait Faik, sanatçının toplumdaki yerinin ne olduğunu duymuş, ustalıkla verebilmiş. İlk toplumlardan bu yana sanatçı, “lüzumsuz adam”lıktan “yararlı” hem de çok yararlı bir varlık haline gelmesinin, kendini böyle duymasının çekişmesi içindedir. Toplum, sanatçıyı çoğu zaman işe yaramaz bir insan olarak görmüş, fakat er geç onun üstün cevherini kabul etmek zorunda kalmıştır. Herkes gibi belirli işler yapmayan bir insan. Martının ölümü onun için büyük bir olay. İnsanlar için değil! Ama sanatçı, martının ölümünün değerini, önemini insanlara duyuracaktır. Yaşamın bir anlamı bir değeri olduğu sanatçının varlığıyla ortaya çıkacaktır. İnsanoğlu duymayı, görmeyi, düşünmeyi sanatçılardan öğrenmiştir, tanımıştır: Sait Faik, öyküsüyle bu gerçeği koskoca kitapların yapamayacağı bir derinlik, bir açıklıkla vermesini bilmiş.
Sait Faik’in Lüzumsuz Adam, İp Meselesi gibi öykülerini hatırlayın. Bunlarda hep bir işe, bir baltaya sap olmak veya olmamak sorunları işlenmiştir. Sait Faik, boşta gezenin boş kalfası olup olmadığı krizi içinde çırpınan bir yazar olarak ortaya çıkar. Batı ülkelerinde yaşasa, böyle bir krizi tanımayacaktı elbet. Daha ilk kitabından sonra Sait Faik o ileri toplumda baş yeri alacaktı. Ama nüfusunun yüzde yetmişi okumasız yazmasız bir toplumda ileri bir beğeniyi savunan, getiren yazarlar, sanatçılar elbette ki “lüzumsuz adam” sayılmak psikolojisine kendilerini kaptıracaklardır. Öyküler yaz, kitaplar yayınla, belirli bir seçkin okurun gözdesi ol, dünya edebiyatına mal olacak değerde yapıtlar yarat, gene de “lüzumsuz adam” sayıl, ipsiz sapsız bir insan olmaktan kurtulma!
Sait Faik’in, kahve açmak, vapurlarda bilet toplamak gibi işlerde hayatını kazanmak isteği bir fantezi olmaktan ileri gidebilir miydi? Gidemezdi, o her gerçek yaratıcı gibi bütün insanların, bütün işlerin, bütün yaşamların serüvenini duymak, yaşamak, duyurmak, yaşatmak zorundaydı. Belirli bir yaşam süresi içinde gördüğü, bildiği, anladığı, duyduğu anlamları, duyguları, düşleri bizlere, gelecek kuşaklara, insanlığa bırakmak onun göreviydi. Zaman zaman kırılsa da, bezse de, bıksa da bu görevi yerine getirecek, ölmez bildirilerini küçük öyküler halinde beyaz kağıtlar üstüne dökecekti. “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.”
Sait Faik, lüzumlu adam olmak istiyor, bir işe girmek istiyor, kahve açmak, bilet toplamak, karpuz sergisi kurmak, gazetecilik yapmak, balıkçılıkla geçinmek, şu ya da bu… Ama herşeye rağmen o, yaptığı işin önemini biliyordu. Öykü yazmanın yeteri kadar önemli, hem de çok önemli bir uğraş olduğuna inanıyordu. Bunu açıkça söylemese de, yazmasa da, ikide bir yakınsa da, sanatın bir ulus için, insanlığın tümü için en gerekli, en yararlı bir iş, bir uğraş olduğunu biliyordu. Kalemini tutup öptüğü o an bunu olanca derinliğiyle duymuştu. Bize de duyuracağına inanmıştı. Bu öykülerin gücü, kalıcılığı bu inançtan, bu serüvenden geliyor.
Kaynak: Oktay Akbal, “Konumuz Edebiyat”, Varlık Yayınevi, İstanbul, 1975.