Yazar: Adnan Erdoğmuş
Sabaha karşı, Boğaziçi Köprüsü’nün altından ne sular akarken, hayatın akıntılarına kürek çeken bir kamyonet duruyor girişine yakın, sol şeritte, işaret vermeden. Yol boş, hızla giderken, zorbela duruyorum gerisinde. Yaşlı bir şoför inip kamyonetin arka kasasını açıyor, iki bacağı da kopuk engelli bir genç adamı koltuk altlarından tutarak bariyerlerin yanına yavaşça bırakıyor. Dönüp direksiyonun başına, yeniden çalıştırıyor kamyoneti, biraz ileride tekrar duruyor, bir daha açıyor arka kasanın kapaklarını. Bu kez kucağında bir bebekle bir kadın iniyor, onlar da bariyerlerin yanına yerleşiyor. Başka bir otomobil son anda fark ediyor olanları, ani bir fren yapıyor önce, sonra yan camını açıp bir küfür sallıyor kamyonetin şoförüne, patinaj çekerek uzaklaşıyor, pek sinirli; ne kadar sakin, o kadar kızgın bu şehir...
Belki hayır işi yapıyor şoför, belki bir dilenci şebekesinin elemanı? Hiç tınmıyor, duymuyor küfrü. Biraz sonra sıkışacak trafiği düzenlemek için dubalarla şeritleri ayıran karayolu çalışanlarıyla selamlaşıyor. Trafik henüz tıkanmamış, seri akıyor; gerçi boş trafikte dahi emniyet şeridini kullananlar var, kendilerini öyle güvende hissediyorlar, öyle ayrıcalıklı; portatif sirenler takıyorlar trafik sıkıştığında kırmızı alarmlı, Sirkeci’de satılıyormuş, ucuza; resmi merciler değil, siviller alıyormuş daha çok, “sivilce”ler; mesailer erken başlar bu şehirde geç biter, vardiyalar gece yarıları değişir; ne kadar hızlı, o kadar yavaş bu şehir...
İşten eve dönerken iyice hareketlenir köprü. Hızlı veya yavaş aksın fark etmiyor, araçlar birbirini duran trafikte dahi solluyor, her bir kaporta arasında bir işportacı var, tam çarpacak derken tırsıp kaçıyorlar, akşam panayırı açılmış rasgele, acıkana simit, sıkılana oyuncak davul, arabanın camına bir piyango bileti konacak az ötede, ellerinde mezat artığı çiçeklerle koşturacak Çingene çocukları; güller solgun, sen bitap; kasketli, güneş gözlüğü takmış gizemli bir kadın bir kartvizit bırakacak sileceğe, üzerinde “Masaj Evi” yazılı; mesaj açık, hava kapalı; ne kadar renkli, o kadar kasvetli bu şehir...
Anadolu’nun ücra köşeleri E5’ten başlıyor, sırça köşklerin yerinde gök kafesler, dere kenarlarında varoşlar var; Hillside City Club’ın hemen arkasında gecekondular. Oralardan gelip akıyorlar köprü yoluna, boşamış toplum, salmış kaderlerine, asfaltta can pazarı var, serbest piyasa ekonomisi arada bir frene basıp nafakasını ödemekte; Doğu’nun makûs talihi, İstanbul’da şansını deniyor; köprü üzerinde buluşuyor yeni hemşeriler; işsizler, işkolikler; kalburüstü direksiyon başında oturuyor, kalbur altı ayakta koşmakta; altüst olmuş şehir, alt-üst olmuş insanlar; birbirlerini yok sayıp birbirlerine kızmakta, arada bir aralarında ticari bir köprü kurulmakta; birbirine ne kadar yakın, o kadar uzak bu şehir...
Kabına sığmazdı eskiden, şimdi çanağına sığılmıyor; artık duygular değil, suçlar yoğunlaşıyor, değerler değil reytingler yükselişte, sermaye tavana yayıldıkça uçurumlar açılmakta, tepeler talan oldu, çukurlar derinleşti, hepimizi içine almakta; değnekçiler kaldırımda, gaspçılar köşede bekliyor, hâlâ bazı gençler yaşlılara metroda yer veriyor; ne kadar masum, o kadar suçlu bu şehir...
Şehirler mi bizi bu hale getirdi, bizler mi şehirleri; vücudumuza bakın, aynı büyük şehirler gibi; gözlerimiz kentin ışıltısı, midelerimiz varoş; beyinlerimiz çarşı pazar, kalplerimiz birer çıkmaz sokak sanki. Damarlarımız sertleştikçe kalbe giden ana arter yollarımız da tıkandı, kanımız benzin, burunlarımız egzoz; dudaklarımız kuru nehirlerini, saçlarımız seyrek tepelerini andırmakta; içimizdeki kanalizasyon boruları da iflas edip taşmakta, yediklerimiz GDO, dışkılarımız plastik, içine ettik, sabah güneşi vurmuyor, artık karanlıkta güzel bu şehir...
(18.11.2012 tarihinde Radikal 2’de yayınlanmıştır.)