Yazar: Nâzım Hikmet
Bilmem, bilir misiniz, dostlar, kediyle kaplan akrabadır. Kedi kaplanın dayısı olur.
Günlerden bir gün, bir salı günü diyelim, niye salı günü diyeceksiniz, çarşamba da olur, bir çarşamba günü diyelim, niye çarşamba günü diyeceksiniz, peki en doğrusu söze başladığımız gibi, günlerden bir gün diyelim, kaplan öz be öz dayısı kediye rastladı.
- Vah zavallı, dayıcığım, dedi ona, neden böyle ufacık tefeciksin?
- Sen de benim gibi Âdemoğlunun eline düşseydin, niye böyle ufacık tefecik kaldığımı anlardın.
- Bak hele. Bana şu Âdemoğullarından birini olsun bana gösteremez misin dayıcığım?
- Göstereyim... Yürü...
Dayı yeğen yan yana yürümeye başladılar. Karşıdan bir manda sürüsü sökün etti. Sürünün yanına geldiklerinde kaplan sordu:
- Âdemoğulları dediğin bunlar mı?
Kedi güldü:
- Sorduğun şeye bak. Âdemoğullarının bir tek çocuğu böyle yüzlerce mahluku önüne katıp otlatmaya götürür. Dilediği yere sürer.
Dayıyla yeğen yollarına devam ettiler. Karşıdan bir beygir sürüsü sökün etti. Sürünün yanına geldiklerinde kaplan sordu:
- Âdemoğulları dediğin bunlar mı?
Kedi güldü:
- İlahi yeğenim, dedi, Âdemoğulları bunların sırtına biner de dünyanın dört bir yanını dolaşır.
Dayıyla yeğen yollarına devam ettiler. Karşıdan bir deve sürüsü sökün etti. Kaplan bunların Âdemoğulları olduğuna öylesine kanaat getirdi ki:
- Hah, işte Âdemoğulları! diye haykırdı.
Kedi bu sefer bastı kahkahayı:
- Yine bilemedin, yeğen, dedi. Âdemoğullarının çocuklarından biri bunları birbirine bağlar da sonra kendisi bir eşeğe biner de, bu kambur kambur koskoca hayvanları dilediği yere çeker götürür.
Dayıyla yeğen yollarına devam ettiler. Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler, sonunda bir dağ başına ulaştılar. Dağ başı ormanlıktı. Ormanda bir oduncu koskocaman bir ağaç kökünü bıçkıyla biçiyordu. Ceketsizdi, kolları sıvalıydı, geniş alnı terlemişti. Kedi:
- İşte Âdemoğlu, dedi.
Kaplan şaştı. Âdemoğlunun çelimsizliğine şaştı. Kedi, kaplanla oduncuyu tanıştırdı. Kaplanın niçin Âdemoğullarından birini olsun görmeye kalkıştığını da anlattı. Oduncu:
- Hoş geldin, sefalar getirdin, kaplan kardeş, dedi. Hazır buraya kadar gelmişken bana yardım ediver ne olur, dedi.
Kaplan Âdemoğlunun kendinden yardım isteyişine böbürlendi, kediye, yani dayısına, “Nasılmış Âdemoğlu benden yardım istiyor bak,” demesine göz kırptı, oduncuya da:
- Hay hay, dedi, neymiş benden istediğin yardım?
Oduncu:
- Ne olur, odundaki şu yarığı pençelerinle ayır da daha kolay çalışabileyim. Benim gücüm yetmiyor, yarığı ayırmaya...
Kaplan yine göz kırptı dayısına, yani kediye. Sonra da gücünü kuvvetini iyice belli etmek için pençelerini oduncunun kestiği ağaç kökündeki yarığa daldırdı. Oduncu, yarıktaki kamayı çekiverdi. Kaplanın pençeleri kapanan yarıkta kasılı kaldı. Oduncu, ne olduğunu şaşıran kaplanın karşısına geçti, bağdaş kurup oturdu, bir de çubuk yaktı. Kapana kapılan kaplan acısından bar bar böğürmek istiyor, ama utancından ses çıkarmıyordu. Bu ara bir çam ağacının tepesine tırmanan kedi, yani kaplanın dayısı, oradan yeğenine bakıyor kıs kıs gülerek bıyıklarını buruyordu. Kaplan artık dayanamadı, başını yukarı kaldırıp kediye sordu:
- Aman be dayıcığım, beni buradan senin gibi ufalıncaya kadar bırakmayacak mı bu Âdemoğlu dersin?
Kedi:
- Orasını Allah bilir, miyav, dedi...
Bir rivayete göre, kaplanın dayısı olan kedinin keyiflenip miyavlaması işte bu zamandan kalmadır...
Kaynak: Nâzım Hikmet, “Masallar, Hikâyeler 3”, YKY, İstanbul, 2006, ss. 145-147.