Yazar: Murathan Mungan
“Dönüp de ardıma baktığımda...” diye başlayan yazılar öteden beri ilgimi çeker, meraklandırır. Neler görür dönüp de ardına bakan göz? Neler yaşamış, neler biriktirmiştir? Bu deneyimlerden ben nasıl yararlanabilirim, neler öğrenebilirim? Hep bu düşüncelerle sarılırım anı kitaplarına, günlüklere, yaşam tutanaklarına. Başkalarının hayatlarından artırdıklarıyla kendime “zaman” kazanmak isterim. Nitekim, Ingeborg Bachmann’ın Otuz Yaş adlı kitabını da böyle keşfetmiştim. Bir zamanlar bana çok uzak bir tarih gibi gelen otuz yaşın kitabını...
Kimi şeyler var ki kuşkusuz yaşanmadan öğrenilemez. Bilinemez. Hatta aynı insan yaşamının bir döneminde kendine olanaksız gelen bir şeyi sonraları pratiğine geçirdiğinde bir zamanlar neler düşündüğünü çoktan unutmuştur. Ama öyle şeyler vardır ki, birilerinin de çıkıp önceden söylemesi, uyarması, anlatması gerektir. Bunlar aynı yoldan yürünmeden de öğrenilecek şeylerdir. Hatta aynı yoldan yürünmeden bir an önce öğrenilmesi gereken şeylerdir.
Ne zamandır oturup yazarlığıma değin anılarımı yazayım diyorum. Eş dost gülüyor. Yaşı otuz olan birinin anılarını –üstelik yazarlık üstüne anılarını- yazma düşüncesi çok kişiye sevimli gelmiyor, hatta itici bulanlar bile var. “Adını ne koyacaksın?” diyorlar. “İlk Otuz Yaş” diyorum. Sonunda iyice gırgıra vurup “Üç Otuzunda”ya erteliyoruz.
Gerçekte masum bir istek benimki, büyük harf anılar yazmak gibi bir iddia taşımıyor. Tüm bir hayatın anılarını yazmanın ardında, uzun yılların ve köklü bir deneyimin yatmasının gerekli olduğunu biliyorum elbet. Benim anlatmak istediğimse daha çok büyüme sancılarına değin şeyler. İlk yüzleşmelerin kırıklığı, ufalanan hayaller, ödeşmeler ya da vazgeçmeler... Hemen ardımdan gelen kuşağa anlatmak, aktarmak istiyorum bunları. Değilse geç olabilir, diye düşünüyorum. Bu kitabı yazıp yazmayacağımı hâlâ bilmiyorum, ama bu yazıyı yazdım.
Kimi genç arkadaşlar geliyorlar bana, yazdıklarını getiriyor, okuyup değerlendirmemi istiyorlar. İnsanın gözünün içine bakıyorlar, elbet övülmek, beğenilmek, hatta keşfedilmek istiyorlar. Üstelik haklılar da. Sevilmenin, kimlik bulmanın, varlığını kanıtlamanın, başarıyı tatmanın, bir işi sürdürüp sürdürmeyeceğine karar vermenin yaşlarıdır gençlik. Ama sorun, yazarlık gibi zaman ve emek isteyen bir iş olunca, bunun çilesini aktarmak güçleşiyor. Yaşamışlık üstüne edinilmiş deneyimleri bir başkasına aktarmak oldukça güç bir şey. Kaldı ki, ben de deneyim yolculuğunda belki bu kuşaktan birkaç kavşak ilerideyim ama, benim de önümde konaklayacağım daha nice duraklar var.
Ardından ilk gençliğim geliyor gözlerimin önüne. İlk yazılar, kitap başlarında ilk sabahlamalar, postaya verilen ilk zarflar, yayımcılarla yazışmalar. Bir dergide bir yazım çıkacak olsa, sokağa çıktığımda tüm dünya beni tanıyacak sanırdım. Sonra düş kırıklıkları, derin küskünlükler, başarısızlıklar, başarıyı büyütmeler. Kızılay’da yürürken kurduğum çocukça düşler. Büyük hayaller. Her gün birkaç kez uğranan Zafer Çarşısı. Yan yana kitapçılar. Remzi İnanç’ın Toplum Kitabevi’ne hemen her gün uğrar, yazarlarla tanışmaya, onların büyülü olduğunu sandığım dünyalarına ulaşmaya can atardım. Remzi İnanç, her zamanki sevecen dostluğuyla beni önemli bir yazarmışım gibi tanıtırdı. Nerede bir açık oturum, bir tartışma varsa oraya koşar, söz alır, titremesini bastırmaya çalıştığım bir sesle sorular sorar, düşüncelerimi açıklardım. Her şaire, her yazara, her solcu aydına ağzı açık bir hayranlık dönemiydi bu. Anımsıyorum da o sıralar mektuplarımda sevdiğim yazarları saymak en kestirmeden bir sayfa tutardı. Elemesiz okumaların, günün eğilimlerine göre yönelişlerin çağıdır o yaşlar. Oysa zamanla beğenisi inceliyor insanın, duyguları ve düşünceleri bir rafinmandan geçiyor; derin sandığı sözler, kahkahalarla güldüğü espriler anlamını yitiriyor. Seçimlerini yapıyor, kimliğini buluyor, kişiliği belirleniyor. İşte benim anlatmak istediğim tam da bu noktada başlıyor. Ben kendi adıma zaman yitirdiğimi düşünüyorum. Benden sonra gelen arkadaşların daha uyanık olmaları gerektiğine inanıyorum. Bizler edebiyatın ve sanatın iktidarında oturanların belirlediği şeyleri okuduk, onlara göre kitaplar, yazarlar seçtik; dünyalar kurmaya çalıştık. Yayım politikaları, neler okumamız gerektiğini belirttiği gibi, nasıl yazarsak kabul göreceğimizi de belirlemek istiyordu. Kültür hayatında kurulan hegemonya, her şeyi belirlemek kararındaydı. Siyasi iktidar nasıl belirli yazarları ve kitapları ve dünyaları yasaklıyorsa, bu anlayışın sol fotokopicileri de aynı biçimde başkalarını ve ötekileri gözden uzak tutma politikaları izledi. Her klik kendine yakın olan kişilerden şair, yazar, eleştirmen sunarak, yoğun bir tanıtıma girişti. Bu adlar çevresinde öyle imajlar yaratıldı ki, artık dönüp de bunları eleştirmek mümkün olmadı. Dokunulmazlık kazandılar. Çoğunun bir sorgulama sürecinde ve zamanla eleneceklerini düşünüyorum.
Benim bugünlere gelmem de elbette katkıları olmuş birçok yazar ve sanatçı oldu. Ben onların üzerimdeki haklarını teslim ediyor ve ellerinden saygıyla öpüyorum. Kitaplara, sayfalara çok borçlandım. Borçlanmadan hiçbir şey olunamayacağını bilenlerdenim. Kadirbilmezlik önermiyorum. Onlara “sütannelerim” diyorum ben. Ama artık büyüdüm. Ayrı eve çıktım. Dünyaya başka pencerelerden bakıyorum. Kendi takvimimi astım duvarıma. Bir zamanlar hayran olduğum birçoğunun, ne yazık ki artık hayranı değilim. Nasıl kendi çoğaltmacılıklarına düştüklerini, tarihin bir döneminde küt diye kaldıklarını, yirmi yıldır aynı lafları gevelemenin zaman içinde nasıl bir sabuklanmaya dönüştüğünü üzüntüyle görüyorum. Kendini diri, canlı ve yaşadığı çağla barışık tutan, tutabilenler de var elbet. Onlar bizim akranımızdır.
Yalnızca bu anlamdaki gençliğe, genç kalabilmeye güveniyorum.
Çünkü yaşadığım yüzyılı hissetmek istiyorum.
Bir otuz yıl daha.
(1987, Soğuk Büfe- Metis Yayınları)