Yazar: A. Beyhan ÖZDEMİR
Kültür; toplumun yüzlerce, binlerce yıldan beri oluşturduğu ortak amaçların, beklentilerin, değerlerin, inançların, duygu ve düşüncelerin, özetle ortak davranış kalıplarının depolandığı, saklandığı soyut bir kavram olup, toplumsal bellek olarak da kabul edilebilir.
Bellek, bireysel ve kendiliğinden bir olgu değil, sosyal alanla kesişen içinde bulunulan anın dinamiklerince belirlenen ve toplumsal kimliklerimizi kuran, hatırlamanın ve unutmanın bireysel olduğu kadar sosyal ve politik bir süreç de olduğunu ortaya koyan değişken bir süreç olarak tanımlanabilir. “Toplumsal bellek” ise maddi ve manevi değerler birikimi olarak tanımlanan kültür kavramına dayandırılabilir. Çünkü kültür; toplumun yüzlerce, binlerce yıldan beri oluşturduğu ortak amaçların, beklentilerin, değerlerin, inançların, duygu ve düşüncelerin, özetle ortak davranış kalıplarının depolandığı, saklandığı soyut bir kavram olup, toplumsal bellek olarak da kabul edilebilir. Bu açıdan antropologlar toplumsal belleği oluşturan kültürü dört temel kavram üzerinde yoğunlaştırarak açıklamaktadırlar:
1) Kültür, bir toplumun ya da bütün toplumların uygarlık birikimidir.
2) Kültür, belli bir toplumun kendisidir.
3) Kültür, bir dizi sosyal süreçlerin bileşkesidir.
4) Kültür, bir insan ve toplum kuramıdır.
Konusunu yaşanan gerçeklikten alan belgesel fotoğraf; insanların kültürlerinin, yaşam biçimlerinin, toplumsal değerlerinin, siyasal ve toplumsal hareketlerinin, toplumun kendisine veya bir başka topluma fotoğrafçının kendi bakış açısıyla yorumlanıp aktarıldığı bir tarzdır. Bu nedenle fotoğrafın icadından bu yana insani bir sorunun olduğu her yerde fotoğrafçılar da var olmuştur. Bu fotoğrafçıların bakışları “doğrudan bakış”tır. Bu bakış da tamamen toplumsal olmak zorundadır. Vicdan ve duygu sömürüsü yapmayan, sistemi görsel belgelerle eleştiren ve toplumsal gerçeklere tanıklık eden fotoğrafik görüntüler, toplumsal bilincin ve belleğin oluşmasında en önemli etkenlerdendir. Örneğin savaş görüntüleri, o savaştan habersiz kitlelerin savaş aleyhtarlığını güçlendirerek insanları bu konuda motive edebilmektedir. Ancak bütün bu insan dramlarının yaşandığı yerlerdeki hayatlar bilgi toplumlarına aktarılıyor, filmlere konu ediliyor ve beyinlerde taze tutulmaya çalışılıyor. Ama ne yazık ki en barışçı ülkelerde bile silah ve sığınaklar bulunduruluyor. İnsan belleğinin derin olmadığı, olayların çabuk unutulduğu yani toplumsal belleğin yeterince oluşamadığı yerlerde ise bu tür dramlar yaşanmaya devam ediyor ve devam edecek de.
Tarihe baktığımızda imgeler taşa, tahtaya, kumaşa, duvara kısaca uzun ömrü olabilecek her şeye nakşedilerek maddileştirilmiştir. Bu yolla kodlamayı, saklamayı ve kuşaktan kuşağa aktarmayı olanaklı kılan toplumsal bellek oluşturulmaya çalışılmıştır. Aslında bir sonraki kuşağa aktarılabilen maddi her şey veya yinelenen, alışkanlık edinilen her pratik toplumsal bir kayıt tutmadır. Örneğin arkeoloji bilimi aslında bu kaydedilmiş belleği okuma çabasıdır. Ancak burada toplumsal belleği, alışkanlık belleği ve anımsatıcı bellek olarak ayrıştırmak gerekiyor. Bu anlamda da “tarih” kavramının anlam içeriğini yazının bulunuşuyla sınırlamak pek o kadar yerinde görünmüyor.
Yazının bulunuşuyla birlikte saygın görüşler maddi insandan soyutlanıp kitaba dönüşmüştü. Günümüzde ise kitabın yerini medya almış bulunuyor. Şimdi yeni gözümüz gazeteler, dergiler, televizyon ve internet oldu. Artık saygın kişiler, büyük kitaplar yok, medya var! Medyanın bu denli etkin olduğu zamanımızda ise unutkanlık(amnezi ya da bellek yitimi) genel bir sendrom haline gelmiştir. Bu sendrom toplumun belleğini ve onunla birlikte aklını da yitirmesine neden olmuştur. Ancak, genel bellek yitimi tek başına psikoloji ile açıklanamaz. Bu durum daha çok toplumsal bir “bellek yitimi”dir. Çünkü “toplumsal bellek yitimi bir şeyleşme tipidir, daha doğrusu, şeyleşmenin başlıca biçimidir.” Adorno’ya göre “bütün şeyleşme, bir unutmadır.” Yani toplumsal bellek yitimi, toplumun hatırasını (kendi geçmişini) bastırmasıdır. Çünkü toplumsal bellek, aynı zamanda bastırılmış bellektir. Çünkü toplumsal bellek, ancak müdahaleler yoluyla uyarılır ve sık aldığı müdahalelerden daha fazla etkilenir. Bireyin güçsüz durumları, genellikle benzeşik bireyler profiliyle asılmıştır. Toplumsal belleğin biriktirilmesi ise, daimi yönlendirmelere, müdahalelere ve manipülasyonlara maruz kalmıştır.
Fotoğraf makinesini kullanan kişi, yaşamın edilgen bir seyircisi olmaktan çıkıp, onu yeniden kuran, onu kaydederken müdahale eden, yaşama ve toplumsal ilişkilere kendi “gözlerinden” sıyrılarak dışarıdan bakan ve bu anlamda onu soyutlayan, yorumlayan ve değerlendiren bir bireyin kurucusudur. Her üretim süreci gibi, fotoğrafik üretim de sadece estetik ve ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik bir süreçtir. Kamera arkasındaki kişi üretim anında “gözünü” toplumsala çevirmek, kendi siyasal-toplumsal varoluş koşullarını değerlendirmek zorunda kalır; bu da bireysel siyasal ve ideolojik bilinçlenme ve özgürleşme olanağı sunar.
Belleğimiz zayıf. Her şeyi unutmak gibi bir eğilimimiz var. Tarihsel, siyasal hafızamız oldukça zayıf. Bir olay olduktan sonra bir hafta, iki hafta gereğinden çok fazla üzerine gidip bir ay sonra unutuyoruz. Fotoğraf belki de bu hafıza boşluğunu doldurmakta önemli bir araç. Fotoğraf, toplumun görsel hafızasıdır. Bunu çok net olarak söyleyebiliriz.
Hafızalara kazınan fotoğrafik görüntüler, insan belleğinin genişlemesine ve toplumsal duyarlılıklarının artmasına aynı zamanda da toplumsal gelişme sürecine doğrudan etki etmektedir. Örneğin 1930’larda Amerikan FSA fotoğrafçılarının çektiği yoksul çiftçi ve ailelerin fotoğrafları, Robert Capa’nın savaş fotoğrafları, Vietnam savaşı ile özdeşleşmiş Eddie Adams’ın fotoğrafları ve Ramazan Öztürk’ün Halepçe Katliamı’nın sembolü olan görüntüleri, insan belleğine yerleşmiş fotoğraflardır. Görsel imgeler ve dolayısıyla fotoğraf, toplumsal bilincin oluşmasında bilgi dolaşımını sağlayarak aynı zamanda toplumsal belleğin oluşmasında da önemli bir rol üstlenmektedir. Kuşkusuz bu görüntüler dünya tarihinde iz bırakmış fotoğrafik görüntülerdir ve toplumların ilerlemesinde, insan hakları kavramının geliştirilmesinde, demokrasi kültürünün oturtulmasında ve savaş karşıtı düşüncelerin gelişmesinde bu fotoğraflar, birçok büyük kurumun, politik kurumların, partilerin ve mekanizmaların işlevinden çok daha büyük bir işlevi yerine getirmiştir.
Psikeart, Sayı 3, 2009, s. 104.