Yazar: Abdürrahim Sönmez
Boş bulduğun her yere reklam koy. Son dönemin vahşi trendi bu. Billboard’lar, pizzalar, totemler derken, kendime “Dur bakalım, daha neler göreceğiz” diye sorarken, cevabımı almam kısa sürdü. Girişimci ruhlu birtakım arkadaşlar, belediyeden kaldırım üzeri reklam haklarını kiraladılar. Pilot bölge, tabii ki Nişantaşı civarı. Nişantaşı’nın daracık kaldırımlarındaki, zamanında şık görünmesi için yapılmış kiremit rengi taşlar sökülüp, aralarına ışıklı, cam korumalı reklam karoları yerleştirildi. Panoların üzerinde, Şişli Belediyesi’nin malıdır, diye yazıyor. Açıkhava reklamcılığı açısından müthiş bir fikir gibi görünse de aradan bir iki hafta geçmeden, bu yer karolarının ciddi riskler taşıdığı ortaya çıktı.
Hepimizin bildiği gibi, bu karoların yerleştirildiği bölge, İstanbul’un en şık alışveriş merkezi olmaya aday. Bu yüzden, burada moda dergilerinden fırlamışçasına bakımlı bayanlar gezinmekte ve bunların % 90’ı da topuklu ayakkabı giymekte. Giydikleri ayakkabılarla normal yolda bile zor yürürlerken, bu cam karolar, onlar için büyük tehlike oluşturuyor. Yandaki resimde de görüleceği gibi, tam yürüyüş güzergahına yerleştirilmiş bu panolara bastığınız takdirde, eğer ayağınızda lastik tabanlı bir ayakkabı yoksa, kayıyorsunuz. Zaten, kaldırımların kendinden kaynaklanan eğimi var; bu, riski daha da artırıyor. Hele bir de yağmur yağarsa, işte o zaman cambazlığa başlamanız gerekiyor. Bunu fark eden çevre esnafından birileri (Esnaftan birileri olduğunu tahmin ediyorum; çünkü belediye, böylesi komik bir çözüm yerine, karoları kaldırırdı diye tahmin ediyorum. Eğer o alanları kiralayan şirket bu bantları yapıştırdıysa, olay daha da komik hale geliyor.), tüm güzergahtaki karoların üzerine iki kalın şeffaf bant atarak problemi kısmen gidermeye çalışmış. Bant şeffaf; ama üzerine basıldıkça şeffaflığı kaybolmuş; bir sansür işlemi gibi durmakta. Yani, orada bir ilanınızı yayınlatıyorsunuz; ama üzerinde iki adet sansür bandı. En azından, bende uyanan duygu bu. Şimdi, bu alanları reklamları için kullanan şirketler, pazarlama stratejileri açısından doğru mu yapmış oluyorlar? Yeni mecra bulduk; hadi dalalım; ufkumuzu genişletelim. Bence, işin pratiği hiç de öyle değil. İnsana ve kent dokusuna saygısı olmayan bu tip uygulamalar, markaya yakınlıktan ziyade, markaya karşı antipati uyandırmakta.
Gökkafes olayını biliyorsunuzdur. Yıllardır süren bir dava. İstanbul şehir siluetini mahveden bir utanç abidesi. Paranın yasaları nasıl çiğnediğinin canlı kanıtı. Türlü dalaverelerle kitabına uydurulmaya çalışılan, ama bir türlü de huzura ermeyen bir mekan. Bu tip mekanlara izin verildikçe, gözü dönmüş birtakım girişimciler pençelerini her yana atmaktan çekinmiyorlar. Gökkafes’in yanına Şişli Evlendirme Dairesi taşındı. Zamanında orası da yeşil alandı. Hadi toplum yararına dendi; ses çıkarılmadı. Ama bir de baktık ki hemen aşağısındaki alana koskoca bir otomobil servisi açılmış. Şimdilerde ise otomobil servisinin hemen yanında bulunan bir restoran, var olan yeşil alanı çaktırmadan tırtıklayarak otopark alanını genişletiyor. Bu bölgede kalan son yeşil alanlar, böyle acımasızca talan ediliyor; hiçbirimizden ses çıkmıyor. Çünkü, ne yapacağımızı bilemiyoruz. Mimarlar Odası’nın tepki koymasını bekliyor; inşallah bir kamuoyu oluşur, diyoruz. Ama nafile. Kamuoyu oluşturabilmek için, basının gücüne de ihtiyaç var. Ama basınımız da özellikle böyle talanları son derece yumuşak bir üslupla geçiştiriyor. Bir iki köşe yazarı dışında, bu tür olaylara ciddi bir tepki koyan yayın kuruluşu yok. Daha çok, sosyeteden birilerinin birbirini aldatma ve boşanma haberleri manşete taşınıyor. Vatandaş ise bu haberleri okuyup böyle bir yaşamı benimsemeye çalışıyor.
Şehrimizin en güzel yapılarından biri olan Haydarpaşa Limanı halka kapatılıp, yerine gökdelenler dikilmeye çalışılıyor. Düşünün, o güzel binanın arkasında koskoca gökdelenleriyle kurtarılmış bir bölge… Kimden kurtarılmış; tabii ki halktan. Eskiden kurtarılmış bölgeler vardı; sağcılardan kurtarılmış bölgeler, solculardan kurtarılmış bölgeler. Böyle saçma sapan ayrımcılıklarla, halk birbirinden uzaklaştırılmaya çalışıldı. Şimdilerde ise iş dünyasının kurtarılmış bölgeleri yaratılmaya çalışılıyor. Yüksek güvenlikli plazalarda çalışıp, yüksek güvenlikli sitelerde yaşayan yeni bir insan tipi.
Turizm gelişecek diye, tatil yerlerinde yerli turistin kendi vatanında hor görüldüğü dönemin üzerinden hiç de uzun zaman geçmedi. Şimdi ise yabancı sermaye gelecek diye memleketin en önemli değerleri hayasızca harcanıyor.
Özal döneminden sonra, devlet küçülecek, devletin üzerindeki yük kalkacak, diye sürekli işlendik. KİT’ler vatandaşın üzerinde yük, hemen özelleştirilmesi gerekiyor, dediler; binlerce insanımız işsiz kaldı.
Şimdi, Türkiye’nin en büyük değerlerinden biri olan Türk Telekom’un satışı gerçekleşti. Hem de normal değerinin çok çok altında bir değere ve taksitle. Kârlı bir devlet kuruluşu, değerinden çok düşük bir bedele satıldı. (Buna satıldı demek mantıklı gelmiyor; buna peşkeş çekmek demek daha doğru) Peki, Türk Telekom kimin parasıyla kuruldu? Tabii ki devletin. Peki, devletin geliri nereden? Cevap açık; bizlerden, yani vatandaşından. Bu yüzden, maliye binalarına, vergilendirilmiş kazanç kutsaldır, diye koca koca harflerle yazılıyor. Zaten devletin, vatandaşı için var olması gerekmiyor mu? Peki, vatandaşının çıkarlarını korumak yerine, yabancı sermayenin çıkarını korumak ne anlama geliyor? Yabancı sermaye geldiğinde refahın artacağı iddiası palavra. Belli kişilerin (yüksek güvenlikli plazalarda çalışıp, yüksek güvenlikli sitelerde oturan kesim) gelirinin artacağı doğru. Ama, çoğunluğu oluşturan orta ve dar gelirli vatandaşlar daha da sıkılacaklar. Çünkü yabancı sermaye, daha ucuza iş yapabilmek için geliyor. Günümüzde global sermaye, en ucuz işgücü ve hammaddenin olduğu yerlerle iş yapmayı tercih ediyor. Bu da acımasız rekabet koşulları oluşturuyor. Daha ucuza üretmezsen, malını satamazsın. Üretici, daha ucuza üretmek için, en önemli kısıntıyı ücretlerden yapacak. Devlet ise yabancı sermayeyi çekebilmek adına, ücretlerin düşük tutulmasına göz yummak zorunda kalacak.
Bu, tüm dünyada böyle yürüyen bir sistem. Global sermaye, yüksek kârlar elde edebilmek için, en ucuz üretim yapacağı ülkeleri seçiyor. Dönemin hükümetleriyle anlaşarak, kendi çıkarlarını koruyucu yasalar çıkarıyor. Geliyor; üretim tezgahlarını kuruyor; ucuza hammadde ve emeği kullanıp, fiyatlar arttığı zaman da tüm tezgahlarını söküp daha ucuz ülkeler arıyor.
Böylesi acımasız global sermayenin karşısındaki tek güç, bilinçli tüketici. Örneğin tüketici, ünlü bir ayakkabı markasının, üretim maliyetini düşürmek için çocukları köle gibi çalıştırdığını öğrendiğinde o markayı satın almayarak ve çevresine de aldırtmayarak protesto ederse, birşeyleri değiştirmek mümkün olur. “Bir benim vereceğim tepkinin hiçbir etkisi olmaz” diye düşünüp birşey yapılmazsa, işte o zaman hiç umut kalmayacak demektir.
Tüketeceksek bilinçli tüketelim ki, hiç değilse bir nebze olsun dünyaya bir faydamız dokunsun.
*Bu yazı, Macline Ağustos 2005 sayısında yayımlanmıştır.