Bu konuşma, 1854'te Kızılderili şef Seattle tarafından, kendisine halkının
topraklarını satması teklif edilince yapılmış, Dr. Henry Smith tarafından kaydedilmiş
ve 29 Ekim 1887'de Seattle Sunday Star'da yayımlanmıştır.
Yüzyıllardır ecdadımıza gözyaşı dökmüş olan ve bize ezeli görünen gökyüzü,
değişebilir. Bugün açıksa yarın bulutlarla dolabilir. Benim sözlerimse hiç batmayan
yıldızlar gibidir. Washington, Büyük Şef Seattle'ın sözlerinin doğruluğundan
emin olmalıdır. Tıpkı soluk yüzlü kardeşlerimizin mevsimlerin çevriminden emin
olduğu gibi.
Beyaz şefin oğlu, babasının bize dostluk ve iyi niyet dolu selamını gönderdiğini
söylüyor. Bu çok nazik bir davranış. Çünkü karşılığında bizim dostluğumuza pek
ihtiyacı yok. Onun halkı kalabalık, engin çayırdaki otlar gibi. Benim halkımsa
çok az, üzerinden fırtına geçmiş bir ovada tek tük kalmış ağaçlar gibi.
Büyük, ve eminim ki iyi beyaz şef, toprağımızı almak istediğini söylemiş, ama
bize üzerinde rahat rahat yaşayabileceğimiz kadar arazi bırakacakmış. Bu çok
cömert bir davranış, çünkü artık kızılderilinin beyaz adamın saygı duyması gereken
pek bir hakkı kalmadı. Aynı zamanda da akıllıca bir teklif, çünkü bizim artık
büyük bir ülkeye ihtiyacımız yok.
BİR ZAMANLAR
Halkımız tüm ülkeyi kaplıyordu, tıpkı fırtınalı bir denizdeki dalgaların deniz
tabanını kapladıkları gibi. Ama bu çok eskilerde kaldı, kabilelerin yüceliği
neredeyse unutuldu bile. Bu zamansız yok oluşun yasını tutacak değilim, soluk
benizli kardeşlerimize bu yok oluşu hızlandırdıkları için kızacak da değilim,
hiç kuşkusuz bu mahvoluşta bizim kendi suçumuz da vardı.
Genç erkeklerimiz gerçek ya da hayali bir hataya kızıp da yüzlerine kara boya
çaldıklarında, yürekleri de bozulup kararıyor. O zaman vahşetleri dizginlenemez
olup dur durak dinlemiyor; yaşlı erkeklerimiz onları zaptedemiyor.
Ama umalım ki kızılderililer ile soluk benizli kardeşleri arasındaki düşmanlık
artık dönmemecesine sona ermiş olsun. Bu düşmanlıktan hiçbirimiz bir şey kazanamayız,
ancak kaybederiz.
Doğrudur, genç yiğitlerimiz intikam almayı kazanç zannediyorlar, kendi hayatları
pahasına olsa bile. Oysa savaş zamanı evde kalan ihtiyar erkekler ve kaybedecek
oğlu olan kadınlar, intikamın kayıp olduğunu biliyorlar.
Washington'daki büyük babamız, George artık sınırlarını kuzeye doğru kaydırdığına
göre o bizim de babamız sayılır, büyük ve iyi babamız bize oğluyla haber gönderip
diyor ki söylediklerini yapacak olursak bizi koruyacakmış. Cesur orduları bizim
için yek vücut olacak, savaş gemileri limanlarımızı dolduracak, böylece kuzeydeki
eski düşmanlarımız Simsiyam ve Hidaslar artık kadınlarımızı ve yaşlı erkeklerimizi
korkutamayacakmış. O zaman o bizim babamız, biz de onun çocukları olacakmışız.
AMA BU MÜMKÜN MÜ?
Sizin Tanrınız sizin halkınızı seviyor ve benimkinden nefret ediyor; güçlü
kollarını beyaz adamın omzuna atıyor ve bir babanın küçük oğluna yol gösterdiği
gibi yol gösteriyor ona. Ama kızılderili çocuklarını çoktan gözden çıkarmış
durumda. Sizin insanlarınızı sürekli güçlendiriyor, yakında tüm ülkeye yayılacaklar.
Benim halkımsa medcezir gibi çekiliyor ama geri dönmeyecek.
Beyaz adamın Tanrısı kızılderili çocuklarını sevseydi, onları korurdu. Oysa
kızılderililer kime başvuracağını bilmeyen yetimler gibi. Nasıl kardeş olabiliriz
ki? Sizin babanız nasıl bizim babamız olup da bize refah getirir, içimizde yine
yüceleceğimize dair ümitler uyandırabilir?
Bize kalırsa sizin Tanrınız adil değil. Beyaz adama geldi o. Biz onu hiç görmedik.
Sesini hiç duymadık: Sizin Tanrınız beyaz adama yasalar bildirdi ama göğü dolduran
yıldızlar gibi bu kıtayı dolduran kızılderili çocukları için söyleyecek sözü
yoktu. Hayır, biz iki ayrı ırkız ve öyle de kalmalıyız. Aramızda ortak pek az
şey var. Bizim atalarımızın külleri bizim için kutsaldır ve mezarları son istirahat
yerleridir. Siz ise atalarınızın mezarından, görünüşe bakılırsa pek üzüntü duymadan
uzaklaşabiliyorsunuz.
Sizin dininiz kzgın bir tanrının demirden parmağıyla taştan levhalara yazılmış,
unutmayasınız diye. Kızılderili, bu dini ne hatırlayabilir ne de anlayabilir.
Bizim dinimiz atalarımızın gelenekleri, yaşlılarımızın rüyalarıdır; ulu Ruh
ve Reislerimizden gelir, halkımızın yüreğine kazınır.
Sizin ölüleriniz mezara girer girmez sizleri ve topraklarını sevmeyi bırakır.
Yıldızların ötesine gidip unutulurlar ve hiç geri dönmezler. Bizim ölülerimizse
onlara verilmiş bu güzel dünyayı hiç unutmazlar. Kıvrılan nehirlerini, yüce
dağlarını ve zaptedilmiş vadilerini sevmeyi sürdürürler; yalnız bıraktıkları
yaşayanları şefkatle özlerler ve sık sık onları avutmak üzere geri dönerler.
Gece ve gündüz bir arada olmaz. Dağ yamaçlarındaki sis kızgın sabah güneşi
karşısında nasıl geri çekilirse, kızılderili de öyle kaçmıştır yaklaşan beyaz
adamdan.
Ancak teklifiniz adil bir teklife benziyor; sanırım halkım bunu kabul edecek.
Onlara ayırdığınız topraklarda barış içinde yaşamaya gidecek. Çünkü büyük beyaz
şefin sözleri doğanın sesine benziyor. Geceyarısı denizinden içerilere süzülen
yoğun bir sis gibi halkımın etrafını saran koyu karanlıktan sesleniyor ona.
Kalan günlerimizi nerede geçireceğimizin pek bir önemi yok.
FAZLA KALMADI ZATEN.
Kızılderilinin gecesi besbelli karanlık olacak. Ufukta tek bir parlak yıldız
görünmüyor. Uzaklarda üzgün sesli rüzgarlar inliyor. Kızılderilinin ardına kötü
kaderi takıldı artık. Nereye giderse gitsin zalim düşmanının yaklaşan adımlarını
duyacak ve kıyametini karşılamaya hazırlanacak; tıpkı avcının adımlarını ardında
duyan yaralı bir ceylan gibi. Doğup batan birkaç ay daha, birkaç kış daha… Ve
sonunda bir zamanlar sizler kadar güçlü ve ümitli olan halkımın mezarlarının
başında ağlayacak kimse kalmayacak.
Ama neden üzülelim ki? Neden halkımın kaderine inleyeyim? Kabileler insanlardan
oluşur ve tek tek bireyleri kadardır gücü. İnsanlar denizin dalgaları gibi gelir,
gider. Bir gözyaşı, bir ağıt, derken özlem dolu gözlerimizden silinip yok olurlar.
Tanrısı kendisiyle arkadaş gibi yürüyen ve konuşan beyaz adam bile bu ortak
kaderden ayrı tutulamaz. Belki de kardeşizdir her şeye rağmen. Göreceğiz…
Topraklarımızı alma teklifinizi düşüneceğiz ve karar verince size bildireceğiz.
Ama kabul edecek olursak, şu anda ve burada birinci şartımı belirtiyorum: Her
arzu ettiğimizde atalarımızın ve arkadaşlarımızın mezarlarını rahatsız edilmeksiniz
ziyaret etme hakkı verilecek bize. Bu ülkenin her yanı benim halkım için kutsaldır.
Her yamaç, her vadi, her ova ve koru kabilemin acı ya da tatlı bir anısıyla
doludur.
TAŞLAR BİLE
Sessiz sahilde ağırbaşlı yücelikleriyle güneşin altında dilsizcesine dururken,
halkımın kaderiyle bağlantılı olayların anılarıyla titrerler. Ayaklarının altındaki
toprak bizim adımlarımıza beyaz adamın adımlarına olduğundan daha büyük bir
sevgiyle yanıt verir, çünkü atalarımızın küllerinden oluşmaktadır. Çıplak ayaklarımız
bu sevgi dolu dokunuşun farkındadır, çünkü toprak halkımızın yaşamıyla doludur.
Bir zamanlar burada severek yaşamış ve artık adları unutulmuş olan yiğitler,
şefkatli analar, neşeli genç kızlar ve küçük çocuklar, bu ıssız toprakları sevgiyle
anarlar hâlâ.
Bu dünyadan en son kızılderili de yok olduğunda ve anısı beyaz adamlar arasında
bir efsaneye dönüştüğünde, bu kıyılar benim kabilemin görünmez ölüleriyle dolu
olacak. Sizin çocuklarınızın çocukları tarlada, dükkanda, yollarda ya da ormanın
sessizliğinde kendilerini yalnız zannettiklerinde, aslında yalnız olmayacaklar.
Yeryüzünün hiçbir yerinde mutlak yalnızlığa ayrılmış bir yer yoktur. Geceleri,
kent ve köylerimizin sokaklarından el ayak çekildiğinde, siz onların boşaldığını
sanacaksınız. Oysa yollar bir zamanlar bu güzel toprakta yaşamış olan ve onu
hâlâ seven esas sahipleriyle dolup taşacak. Beyaz adam hiç yalnız kalamayacak.
Beyaz adam adil olsun ve halkıma iyi davransın. Çünkü ölüler hiç de sandığınız
kadar güçsüz değildir.