Aynı sıralarda bilim insanları, beynin işleyişinin arkasında yatan fizik kurallarından bazılarını anlamaya başlıyorlardı. On dokuzuncu yüzyılda bilim insanları, beynin içinde elektrik sinyallerinin alınıp verildiğinden şüphelendiler. 1875 yılında Richard Caton, kafa yüzeyine elektrotlar yerleştirmek suretiyle beyin tarafından yayılan minicik elektrik sinyallerinin algılanabildiğini keşfetti. Bu da, giderek elektroensefalografın (EEG) icat edilmesine yol açtı.
İlke olarak beyin, düşüncelerimizi minik elektriksel sinyaller ve elektromanyetik dalgalar şeklinde yayan bir vericidir. Ancak, bir insanın düşüncelerini okumak için bu sinyallerden yararlanmak, kolay değildir. İlk olarak, bu sinyaller karmakarışıktır, rastgele gürültüden ayırt edilemezler. Bu karmaşanın içinden düşüncelerimiz hakkında yalnızca kabataslak bir bilgi elde edilebilir. Üçüncüsü, beyinlerimiz başka beyinlerden bu sinyaller aracılığı ile benzer mesajlar alma yeteneğine sahip değildir; yani bizim antenimiz yoktur. Ve son olarak, eğer bu zayıf sinyalleri alabiliyor olsaydık dahi, onları çözmeyi başaramazdık. Alışagelmiş Newton ve Maxwell fiziği kullanılarak radyo vasıtasıyla telepati kurmak, olası görünmemektedir.
Bazıları, telepatinin "psi" kuvveti olarak adlandırılan beşinci bir kuvvet aracılığıyla ortaya çıktığına inanmaktadır. Ancak, parapsikolojinin savunucuları dahi bu psi kuvveti hakkında sağlam ve tekrarlanabilir kanıtlara sahip olamadıklarını kabul etmektedirler. O zaman şu soru açıkta kalmaktadır: Ya kuantum kuramının telepati karşısındaki durumu?
Son on yılda, tarihte ilk defa düşünen bir beynin içine bakmamıza olanak sağlayan yeni kuantum cihazlar ortaya çıkmıştır. Bu kuantum devriminin ön safhalarında PET (positron emission tomography - pozitron yayımlı tomografi) ve MRI (magnetic resonance imaging - manyetik rezonans görüntülemesi) beyin taramaları gelmektedir. PET taraması, kana radyoaktif şeker zerk edilerek yaratılır. Bu şeker beynin düşünme süreci dolayısıyla etkileşen ve enerjiye ihtiyaç duyan kısımlarında yoğunlaşır. Radyoaktif şeker, cihazlar tarafından kolaylıkla algılanan pozitronlar (antielektronlar) yayar. Dolayısıyla, antimadde tarafından beyinde oluşturulan örüntü izlenerek düşünce örüntüleri de belirlenmiş olur, beynin hangi bölümünün hangi etkinlikte çalıştığı ortaya çıkar.
MRI makinesi de aynı şekilde çalışır, fakat biraz daha hassastır. Bir hastanın başı, halka şeklindeki bir manyetik alanın içine sokulur. Manyetik alan, beyindeki atomların çekirdeklerini alan çizgilerine paralel hale getirir. Hastaya bir radyo dalgası gönderilerek bu çekirdeklerin titreşmesi sağlanır. Çekirdekler duruşlarını değiştirdikleri zaman algılanabilir bir radyo "yankısı" yayınlanarak belirli bir maddenin varlığına işaret ederler. Örneğin, beyin etkinliği oksijen tüketimiyle ilişkilidir, böylece MRI makinesi oksijen taşıyan kanın varlığı üzerine odaklanarak düşünce sürecini izole edebilir. Oksijenli kan ne kadar fazla ise, beynin o kısmındaki zihin etkinliği o kadar çok demektir. Günümüzde "işlevsel MRI makineleri" (fMRI), beynin yalnızca bir milimetre uzunluktaki parçaları üzerine saniyenin kesirleri kadar kısa sürelerde odaklanarak bu makineleri canlı bir beyindeki düşünce örüntülerini takip etmek için ideal konuma getirmektedir.
Olanaksızın Fiziği, Michio Kaku, ODTÜ Yayıncılık, 2008, sf. 278-280.
E-BÜLTEN
parlak fikir köşesi
Beyin Tarama