Yazar: Nâzım Hikmet
Ninemin dizine koyardım başımı. Damarları çıkık, kurumuş sarı bir kestane yaprağına benzeyen eli başımın üstünde dolaşırdı... Çocukların gözüne uykuyu, yıldızlı bir gece gibi dolduran masalları söylemesini bilirdi ninem.
Masallar birbirine benzerdi. Her masalın bir yeri vardı ki, ninem oraya gelince, gözümden yanaklarıma uyku karanlık bir su gibi aksa da, başımı kaldırır, suratımı buruşturarak onun yüzüne bakardım. Nasıl bakmayayım: “Yolcular yola çıkar; keloğlan demir kunduralarını giyer, dağlara düşer; hakanın küçük oğlu çeşme başındaki ağaçta ağlayan sevgilisini aramaya koyulur; ama hepsi, az gider, uz giderler, dere tepe düz giderler, bir de dönüp arkalarına bakarlar ki, bir arpa boyu yol gitmişler...”
Az gidip, uz gidip, dere tepe düz gidip, arkaya dönülüp bakılınca bir arpa boyu yol gidildiğini görmek yok mu, işte bu, benim küçük kafamın bir türlü almadığı nesneydi.
Ninem çoktan öldü. Ben kocadım gitti... Ama yine şu “az gitmek, uz gitmek”i kavrayamam bir türlü. Bu ortaçağ kafasının masallara dek soktuğu gidişi, benim yirminci yüzyıl kafam nasıl kavrasın!
Ben daha dede olmadım, daha torunum yok... Sekiz yaşında, tosun gibi bir oğlum var. Ninesi ona masal söylerken, tam “az gittik” yerine gelince sözü ben alıyorum, sesime inanışın sesini katarak şöyle diyorum: Çok gittiler, dere tepe yok ettiler, bir de dönüp baktılar ki görünmüyor kalkılan yer!..
Kaynak: Nâzım Hikmet, Masallar, Hikayeler - 3, YKY, İstanbul. 5. Baskı., 2006, s. 69.