Sevgisini Kaybetmekte Ne Anlam Var?
Türk insanı duygu insanıdır. Hep sevmek ve sevilmek ister, yeter ki birisine inansın, birisini sevsin, o sevgi onda ölümsüzleşir. Türk, Ata’sını da böyle sevdi, O’nu duygularında canlandırdığı şekliyle gönlüne resmetti. Zihninde O’nu yüceltebildiği kadar yüceltti. Atatürk de yaşamı boyunca bu sevginin getirdiği sorumluluğun bilinciyle hareket etti. Türk insanının mutluğunu kendi mutluluğu olarak gördü.
Aşağıdaki anekdot, Türk insanının kendisine hizmet edenlere bakışını ve Atatürk’ün bu bakış açısına yaklaşımını gösteren güzel bir örnektir.
Bir gün Çankaya yöresinde bir köylü evine gitmiştik. Evde ihtiyar bir köylü karısı ile oturuyordu. Bize ikram edilen kahveleri içerken Atatürk bana köylü ile konuşmamı söyledi. Köylüye ilk aklıma geleni sordum:
- Sen Gazi’yi tanır mısın?
İhtiyar beni saçma bir soru sormuşum gibi küçümseyerek süzdü.
- Gazi’yi tanımayan var mı ki, dedi ve ekledi:
- Ben görmedim ama, her hafta Hacı Bayram Camii şerifinde cuma namazı kılarmış. Taa göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi, nur yüzlü, peygamber gibi mübarek bir ihtiyarmış...
Gülmemi zor tutarak Atatürk’ün genç ve tıraşlı yüzüne baktım. O, kaşlarını çatarak kendisini tanıtmamamı emretti. Dışarı çıktığımız zaman da güldü ve:
- Varsın, dedi, o öyle bilsin. Gerçeği öğrenmek belki biçarenin hayalini yıkar, onun hayalindeki şirin sakallıyı öldürüp de sevgisini kaybetmenin ne anlamı var.
Kara Tahta Başında
Arkamda büyük bir kara tahta vardı. Atatürk “Kalk bakalım genç profesör tahtaya” dedi. Tahta başına vardığımda bana üç kelime yazdırdı. “Su, tuz, deniz.” Şimdi bu üç kelimeden Türkçede, Fransızcada, Almancada kaç cümle yapılabiliyordu? Böyle bir soru ile hiç karşılaşmamıştım. Şaşkınlığım geçince aklıma gelen cümleleri sıralamaya başladım.
1) Denizin suyu tuzludur.
2) Suyu denizin tuzludur.
3) Tuzludur denizin suyu.
4) Suyu tuzludur denizin.
5) Denizin tuzludur suyu.
Şimdi bu üç kelimeden Fransızcada ve Almancada ancak ikişer cümle çıkarılabiliyordu. Atatürk sordu. Bu durum Türkçenin lehine mi, aleyhine mi? Hafif bir irkintiden sonra dedim ki “Efendim, bir bakıma bu bir söyleyiş zenginliğidir. Çünkü kurduğumuz beş cümle arasında küçük farklar vardır; bu bir çeşit nüans zenginliğidir.” Atatürk “Evet ama” dedi, “Bunun büyük bir sakıncası var.” Sonra ilave etti. “Milletlerarası antlaşmalar niçin Fransızca yazılır?” Doğrusu bu soruya da hazır değildim. Fransa’nın büyük bir devlet oluşu buna neden olabilirdi. Atatürk “Hayır” dedi. “Fransızca öyle bir dildir ki kelimelerin cümle içerisindeki yeri sağlamdır. Bu sebeple Fransızca bir metin yıllar sonra okunsa daima aynı anlama çıkar.” İlginç bir görüştü bu.