Yazar: Adnan Erdoğmuş
İnsanlık tarih boyunca eşitsizlikler içinde eşitlikler arayışı serüvenine devam ediyor. Bu yıllarda biraz akıllandık. Bilgi toplumuna yol alıyoruz.
Bilginin katma değeri öne çıktıkça daha bilgilenmekte, bilgilerimizi bildik yerde bir iyiye bir kötüye kullanmaktayken, izm’lerimizin yerini de işim’lerimiz almakta.
Bilişim ve İletişim çağı ve hakim güçleri; açık toplum hedefiyle her şeyi şeffaflaştırmakta, toplumları birbirine yaklaştırmakta, sermayeyi tabana yaymakta, bilgi ve kültür alışverişleri, fırsat eşitlikleri için inanılmaz fırsatlar doğurmakta, globalleştirerek bir koldan eşitleştirir, öbür koldan eşitsizlikleri derinleştirir iken:
Karşı cephesinde silah tacirleri, yeraltı kaynakçıları ve yan taşeronları: Savcı güçler: Halakapalı ve karşıt toplum düzeneğiyle çatışmaları körüklemekte, sermayeyi tavana yaymakta, sıcak savaşları, soğuk savaşları bitirdiler, bu kez bu çağda medeniyetleri çarpıştırmaya kalkmakta.
Oysa günümüzde çatışanlar asla medeniyetler değil, aslolan, varolan ekonomik güçler; iş dünyası ikiye ayrılmakta ve savaşmaktadır. Konu budur. Soru şudur: İyi para kötü parayı kovacak mıdır? Durum budur!
Kölelik, şövalyelik, serflik, zenaatkarlık. Kol gücü işçilik. Fabrikasyon işverenlik. Statüler, katmanlaşmalar. Krallıklar, prenslikler. Ruhbanlar. Politbürolar. Gitgide geride, demode kaldılar.
Güç oyununun yeni aktörleri: Servetlerini ve servet farklılıkları üzerine kurulu düzeneklerini korumak isteyen Şövalye Kırıntıları ile bilginin, iletişimin yaygınlaşmasıyla küresel bir yeni düzen peşindeki Teknoloji Serfleri’dir artık.
Artık ofis köleleri ya da paralı askerler vardır. Bir cenahta bilgisayan, öbür cephede yakıp yıkan insan. Oysa: “Ölümlü dünya, ölümlü insan, ha alim olsan, ha zalim olsan!”
İşe binyıllar önce toprağı ve madeni işleyerek, aklımızı kullanarak başladık. Bazılarımız güçlendikçe kümelendik, önce kendi kümeslerimize horozlandık, sonra başka kümeslere saldırıp, başkalarını gagaladık. Yakın bir zamanda:
18 ve 19. yüzyıllarda Kuzey Amerika kıtasını sömürgeleştiren Avrupalıların, bu kıtadaki doğal kaynakları değerlendirmek üzere Afrika’daki zencileri tutsak alıp köle olarak kullandıklarını görüyoruz. Böylece başlayan “zenci köleler” dönemi Amerikan İç Savaşı (1861-1865) sonuna değin sürdü. Bu Afrikalı köleleştirmesi döneminde toplam olarak 50 milyon insanın Atlantik ötesine götürüldüğü, bunların 25 milyonunun yolda öldükleri hesaplanmıştır. (Dipnotu, “Sociologie Politique”, Maurice Duverger)
Daha yakına, daha uzağa da bakılsa eziyet ve vaziyet aynıdır. Bir yanda istilalar, engizisyonlar, soykırımlar. Öte yanda Magna Carta, 1789 İhtilali, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi: İnsanoğlu ilkel itkilerini önceleri engizleyerek, sonraları dizginleyerek kuşaklar boyu törpüledi ise de henüz sadece törpüleyebildi. Tam kesip atamadı.
Tarih notumuz böylesine kırık iken, coğrafyadan da sınıfta çaktık. Kendimizle bir nebze barıştıysak da, doğayla henüz anlaşamadık. Çağları devirdik de geldik. Yerüstüsü güzel, yeraltısı zengin, bahtısı kara Afrikam hâlâ acıların kıtasıdır. Ne fakirlik ne de göç bitmiştir:
Her gün yüzlerce Afrikalı çocuk açlık ve sefalet içinde, dünyadan habersizce, belkim gece haberlerinde yılda birkaç kez birkaç altyazı ya da iki televole arası verkaç görüntülerde, fonda “killing me softly” eşliğinde usul usul ölmekte, kemikleri sayılsa da cesetleri sayılmamaktadır. İnsanlığın karanlık yüzü böyle dipnotlarda, altyazılarda saklıdır.
Yüzlerce tik ağacı tonlarca bandıralı gemilerle, binlerce papağan naylon çantalar içerisinde kaçırılarak, uçak kargolarında, gemi kargolarında istiflenerek, yarısı yine yollarda ölerek, kalanları refah şehirlerinin yeni köle pazarlarında: Pet shop’larda pazarlanmakta, kalpleri temizse de aklı kevgire dönmüş biz hayvanseverlerin büyük şehirlerdeki küçük evlerine hapsolmaktadır.
Nasıl olsa dünya vurdumduymaz, egemen güçler hem vurur hem duymazdır. Çocukların yasını tutan yok ya: Tarih papağanların acısını da elbet yazmayacaktır:
Pet Shop Boys hâlâ aşk şarkıları söyleyedursun, bizler satın aldıkça her bir güzelim papağan yerine:
Yüzlerce kilometre uçsuz bucaksız ormandan, tropikal ağaç tepelerinden, bir zamanlar kendisine yapılanı şimdi kendisi yapıyor olmanın farkında olmayan yoksul kıtadaşlarının siyah derili eldivenleriyle her an bir yenisi avlanıyor:
Okyanusları aşıp birkaç metre odalarımızda birkaç santimetre bir kafese giriyor. Loriler, jagolar, hepsi satılık, hepsi tutsaklık. Hepsi gurbet kuşları artık. For a few dollars more!
Afrikalı papağanlara af da çıkmaz. P tipi hücrelerinde gün boyu can sıkıntısından çekirdek çıtlatır, bir plastik çıta üzerinde tek başlarına volta atar dururlar. Küserler. Hiç konuşmazlar!
Kuşların soyu böyle tükenmektedir. Sırada: Bu yıl tabiat tüketiminde en son trend onlar: Hayvan mağazaları vitrinlerinde fareler, yılanlar, örümcekler var! Bu sürüngenler, kemirgenler toprakla yaşarlar. Evde ne yaparlar? Biz hep beşeriz, hiç mi durmaz hep şaşarız. Bir yılana, bir örümceğe evde nasıl bakarız? Birbirimizi kemirdiğimiz yetmedi şimdi sürüngenleri mi süründüreceğiz?
Gücü gücü yetene ekonomik dengesizlikler içerisinde insan insana yetmedik, doğanın da dengesini bozmakta, dünya zenginliklerini har vurup harman savurmaktayız. Para’landıkça kendimizi paralamakta, toprağı çoraklaştırmakta, ozon tabakasını delmekteyiz. Yeri göğü inim inim inletmekteyiz!
Nasıl olsa iki ileri bir geri zekamız var! Gün gelir suni tenefüs, genetik çoğaltma yaparız, ona mı güvenmekteyiz? Sanayileşme bitince sunileşmeye mi geçeceğiz? Sunileşeceksek niye sanayileşmekteyiz?
Birbirimize, ağaçlara, hayvanlara. “Havasına, suyuna, taşına, toprağına”, bilcümle doğamıza ezcümle suç işlemekteyiz. Suç işledikçe güçlenmekte, güçlendikçe süslenmekte, süslendikçe çirkinleşmekteyiz!
Ormanları yakmakta, hayvanları hapsetmekte, denizleri kirletmekte, birbirimizi öldürmekteyiz. Adını insan doğası koyup, Tanrı doğasını yok etmekteyiz!
Hikayenin ta başında tam başımıza gökten üç elma düşmüş, birini Adem babamız ile Havva anamız yemiş, iyi halt yemişler, sankim biletimiz o gün kesilmiş, o günden beri hem suçlu hem güçlü yaşamaktayız!
“Güçsüzlük kutsal, güç ise değersizdir. İnsan doğduğunda zayıf ve esnektir. Öldüğünde ise güçlü ama çürümüştür. Çürümek ve güç, ölümün yoldaşlarıdır. Esneklik ve zayıflık ise varlığın tazeliğini ifade eder. Bundan ötürü sertleşen kaybediyor demektir.”
Diyalog Notları: “Stalker”, Andrei Tarkovski