Yazar: Handan Saraç
Geçen gün ofise geldiğimde masamın üzerinde kahverengi kağıda sarılmış
bir paket buldum. İçinden bir dostumun çektiği ve sergilediği fotoğrafları
şiirler ve yazılarla harmanlayıp bastırdığı şık bir kitap çıktı. Sevindim,
heyecanlandım. O anda dostuma sımsıcak sarılmak, duygularımı paylaşıp
teşekkür etmek geldi içimden.
Ama moda tabirle herkesin "çok yoğun" olduğu bir devirde bunu
hemen yapmama imkan yoktu. Telefona uzandım. Yüz yüze konuşamasak da en
azından sesini duyabilirdik birbirimizin. Sekreterin nazik sesi arkadaşımın
şehir dışında olduğunu söyledi. "Cepten" mi arasaydım acaba?
Hemen vazgeçtim, duygularımı zaman stresi altında paylaşamayacağımı biliyordum.
Hem "cepten" bulunan insanlar ya bir toplantıda ya da arabada
oluyordu çoğu kez. Cebe mesaj atmak? O daha da sevimsiz!
Peki ne kalmıştı?
E-mail… Soğuk ekranın karşısına içim üşüyerek oturdum. Karşımda hiç kimsenin
sesi yok, gülüşü yok. Dakikalar geçiyor, başlayamıyorum. Oysa hep acele
yazılır e-mailler. Telaşla ve çoğu kez dilimize yabancı harflerle. O yüzden
yanlışlar çok olur hep. Ama kimin umurunda? Sanki bu teknolojiyi kullanmak
öyle bir üstünlük getiriyor ki bize, ne yapsak mazuruz. Özür bile dilemiyoruz
kırık dökük dilimiz, yazım hatalarımız için.
Bazen lütfedip gülümsüyoruz. Yüzlerin bin bir ifadesinden soyutlanmış
standart bir tebessüm tuşluyoruz: İki nokta, bir parantez.
Hayır, e-mail'in iş ortamında bize kazandırdığı hızı, kolaylığı inkar
etmiyorum. Sadece teknolojinin yaşamımızı tümüyle işgal etmesinden, ruhumuzu
esir almasından korkuyorum. İnsanlar yan yana masalardan, yan yana odalardan
sürekli "mesajlaşırken" bir şeyler yitip gidiyormuş gibi geliyor
bana. İletişim yeni bir boyut kazanırken, var olan boyutlar birer ikişer
eksiliyormuş, hayatımız yoksullaşıyormuş gibi geliyor.
Giderek yüz yüze gelmeyi daha çok erteliyoruz. Karşımızdakini görmediğimiz
zaman (uzaktan kumandalı bir füzeyi ateşleyen düğmeye basar gibi) daha
rahat, daha duyarsız oluyoruz. Yüz yüze iletişimin sayısız nüansından
uzak, daha rahat "söylüyoruz" ya da "cc'liyoruz" zor,
kırıcı sözleri.
Bir de "forward" edilen mesajlar bombardımanı var. Gerçekten
güzel şeyler de dolaşıyor İnternet'te. Bin yıllardan süzülüp gelmiş bilgece
sözler, şiirler, espriler, çarpıcı fotoğraflar… Ama korkarım bu "forwarded"
mesajlar giderek bizim kendi mesajlarımızın yerini alıyor.
Yıllar önce Amerika'da öğrenciyken "içi yazılı olmayan" bir
doğum günü kartı için dükkan dükkan dolaştığımı anımsıyorum. Kartların
içinde esprili ya da şiirsel sözler vardı hep. Oysa ben kendi duygularımı
acemice de olsa kendi sözcüklerimle anlatmak istiyordum.
Sonunda pes ettim.
Amerikalılar çoktan pes etmişti zaten. Belki artık söylemek istedikleri
bir şey kalmamıştı. Kartlarda kendilerinin yerine düşünülüp yazılmış şeyler
yeterli geliyordu onlara.
Şimdi de kendi sözcüklerimizin yerini bu hazırlop "forwarded"
mesajlar alıyor. Her gün posta kutumda adlarını görüp sevindiğim dostların
çoğunun bu tür mesajlar göndermiş olduğunu görüp düşkırıklığına uğruyorum.
Çoğu kez bir "merhaba" ya da "bu espri hoşuma gitti, paylaşmak
istedim" gibi bir not bile olmuyor. Oysa gönderilen mesajlarda sevgi
ve dostluk üzerine kesilmiş onca ahkam, sıcak bir dost selamının yerini
tutmuyor.
Belki yıllar sonra geriye dönüp baktığımızda, neleri yitirdiğimizi daha
iyi anlayacağız. Ama yitirilenleri yerine koyma şansını da çoktan kaybetmiş
olacağız. Mutlaka yeni "tutsaklıklarımız" olacak. Yeni teknolojiler,
yeni trendler… Dayanılmaz çekicilikleriyle yaşamımıza giren, mucizeleriyle
şaşırtan, sonra da usulca ruhumuzu esir alan, bize hiç düşünmediğimiz
bedeller ödeten nice yenilikler. Ve hiçbir zaman ders almayacağız. Çünkü
Kirkegaard'ın dediği gibi, "Hayat sadece geriye doğru anlaşılır,
ama ileriye doğru yaşanmak zorundadır".