Yazar: Salâh Birsel
- Benim çocukluğumda bir “hoşundu” sözü vardı, az bir kırgınlık, bir gücenme gösterirdi: “Dün sizde toplanmış, eğlenmişsiniz, bizi çağırmadınız. Hoşundu Ahmet Bey!” gibi. Bir de, şimdi sözlerini de, ezgisini de unuttuğum bir türküde geçerdi: “Hoşunduya hoşundu”.
Denilebilir ki, “hoşundu” burada “aşkolsun” anlamında fıştıklanmıştır. Ama onu “pekala” anlamında ve “hoşumdu” biçiminde kullananlar da vardır. Kimisi de “hoş imdi” demeyi yeğ tutar. Bir tarih kitabında Sultan Selim’in, şehzadeliğinde, kızdığı bir adam için: “Hoş imdi papaz! Ben de padişah olursam inşallah seni katledeyim” dediği yazılıdır.
Sultan Abdülaziz de tahttan alaşağı edildiği gün, teptilinin şaşmasından mı nedir, sözcüğün “hoşunduk” kalıbına çengel atar. Ne ki, bunun için ilkin Pertevniyal Valde Sultanın yanına gelmesini bekleyecektir:
- Validem bunu kim etti bana? Beni Sultan Selim’e mi döndürdüler?
-Efendimiz Avni Paşa etti.
- Yalnız Avni Paşa etmedi ya, hoşunduk Koca Rüştü Paşa, hoşunduk Ahmet Paşadır.
Gerçekte her ulusun dilinde sözlüklere geçmemiş bir sürü anka kuşu vardır. Anadolu’yu dolaştığınızda, ya da dip bucağı karıştırdığınızda bunların çok alengirli örneklerine raslarsınız. Benim sık sık, sıçrayarak, atlayarak yerine kullandığım “holdurhop” Ordu’da, “vit vit” (Çabuk, çabuk) Merzifon köylerinde boy satar. Çığlık anlamındaki “vayvillim” de bana Niğde’nin bir armağanıdır.
Ankara’nın Ayaş, Çankırı’nın Saray, Adana’nın Saimbeyli ilçesinde güneşin doğar, ya da batarken dünyadakilere savurduğu o minicik parçasına “günburnu” denir. İzmir dolaylarında ise Fransızların berceuse, İngilizlerin de rocking-chair dedikleri “salıncaklı koltuk”lara “sallangaç” denir. Oysa, Denizli, Tokat, Antakya yöresinde “sallangeç” doğrudan doğruya “salıncak” demektir. Eski İstanbullular da “bozuşma, küsüşme” yerine “vazgeçti” sözcüğünü gündeme getirirler. Reşat Nuri Güntekin de bu sözcüğü Rousseau’nun İtiraflar çevirisinde kullanmıştır. Onu, Nurullah Berk de 1980 yılında, anılarını bana anlatırken ortaya atmış, ben de Berk’in anılarıyla birlikte Sergüzeşt-i Nono Bey Ve Elmas Boğaziçi’nin esteli besteli bir yerine kondurmuştum. Tümcenin deyiş biçimi de şöyleydi: “Benim Bihzat’la bir vazgeçtim olmuştu.”
Antalya dolaylarında da gazeteye “günce” derler. Ataç da bir zamanlar yazılarında onu bu anlamda kullanmış, sonradan “günlük” karşılığı olarak eselemeye başlamıştır.
Bir İstanbul ramazan manisi de “tafra” için “hodu-şodu”yu sürer piyasaya:
Bekçi bilmez hodu-şodu
İftara gelirim dedi
Bir inek buzağısıyla
İftara kahvaltı yedi
Bu tonton yaratıklar geçmişte kalmış kitaplarda da ibadullahtır. Fındıklılı Silahtar Mehmet Ağa’nın tarihinde elçiler “balyos” ise, erler de “soldat”tır. Gelin görün ki, başka kitaplarda elçilere “paşator” da derler. “Soldat” sözcüğüne ise Barbaros’un anılarında da rastlanır. XV.-XVI. yüzyıllarda Türklerin İspanyollar, Fransızlar, Venedikliler, Cenevizliler, Maltalılarla kılıç-kalkan oyunu oynamasının bir sonucudur bu. Bunların çoğu İtalyancanın “soldato” sözcüğünü kendilerine mal etmişlerdir. Barbaros’ta “mastor” da sık sık geçer. Bu da buyuran, yöneten anlamındadır. Latincenin “magister”inden türetilmiştir. Söz konusu kişi, çok yüksek bir dala tünemişse, o zaman onun başına “koca, büyük” anlamına gelen “grand” (Latincesi grandis) sıfatı da eklenir.
Doğrusu, Barbaros’un anıları bu gibi Akdeniz kökenli sözcüklerle pıtraktır. Venedik marcelyana’sı, Cenova tartana’sı (yelkenli gemi), feste (bayram), ceneral, grand senyör, gırando kaptan, Rumpapa (papa), Turkuvaz (Türk), komondator (komutan), pala mardiyos, diyavolo (şeytan), mayna sinyor (teslim, teslim) ordona (buyruk) çok gelir, çok gider.
Akdeniz havasına Evliya Çelebi de yatkındır. Melek Ahmet Paşanın, Hasan Ağa adında biriyle bir kayığa binip Sarayburnuna kürek çekmesini anlatırken şu sözlerin önünü açar:
- Sarayburnundaki Sinan Paşa köşkünden bir kayık daha avanta edip gelmede, biz dahi varmada idik.
Latince “abantere”den gelen avanta sözcüğünün burdaki anlamı da “ilerleyip”tir.
Çelebi’de bir de “Aristo tedbirli” sözü geçer. Peçevi de bir paşadan açarken onun “Aristo tedbirli” eşsiz bir vezir olduğunu söyleyecektir. Cevdet Paşa’da da kaspara ile karşılaşılır ki bu bizim şimdilerde kullandığımız parantez’den başkası değildir.
Naima’ya gelince, o da ikide bir “yürüyüş ettiler” der. Bu da “saldırdılar” anlamındadır. Onda şeyhülislamlar ya “din bilginleri reisi” ya da “fetva görevlisi”dir. Sadrazamlar ise bir yerde “iş sahibi” diye anılırlarsa, bir başka yerde “devlet sahibi” olarak yüceltilir.
Halk şairlerinde de bugün dilimizden düşmüş, ya da sözlüklere pek girmemiş bir sürü zümrüte raslanır. Karacaoğlan, sallanmak için “çalpanmak”, tuzak için “fak”, başka için “ayruk”, tümü için “alaycığı”, adi için “beribenzer”, üzgün için “mazamaz”, püren çamlarının ince yaprağı için “pür” deyişini şırlatır. Kaygusuz Aptal da “vangadak, dangadak, zengedek, fingedek, kangadak, dümbedek” gibi bir yığın yansılama döktürmekten geri kalmaz.
Enderunlu Vasıf da anlamsız, saçmasapan söz yerine, şimdiler Bodrum dolaylarında da geçerakçe olan “sedrebeki”ye el atar.
Gerçekte bu pas tutmaz sözcüklerin dökümünü yapmaya kimsenin gücü yetmez. Bunlardan biri de Mehmet Akif’in “İstipdat” şiirinin içine girip saklanmıştır:
Hay yetişmesin pampin
Ahmet Mithat Efendi de insanda hırs ve iştah uyandıran şeylerden açmak istediğinde “Tunus gediği” sözüne yapışır. Müşahedat adlı romanında ise “rezil yerler” için “tavşan balosu” der. Avrupada Bir Cevelan’ın 334. sayfasında ise çok başka bir şey yapar. Bugünkü günde, aklı durgunlarca, uyduruk diye anılan “gerçekten” sözüne kucak açar. Aralık, aralık “gereği gibi” sözüne de samranır. “Gereği gibi”yi Basiretçi Ali Bey ile Servetifünun dergisinin sahibi Ahmet İhsan Tokgöz de dilinden düşürmez.
Şimdilerde, el üstünde tutulan “duygu” sözüne toslamak istediğinizde de Hüseyin Rahmi Gürpınar’a başvurmanız gerekir. Dahası, Kokotlar Mektebi’nde “yerinmek” terimine bilgi raslarsınız. Aynı romanda “görgü”, “görenek”, “değin” vb. sözcükler de lengerendazdır.
Gürpınar’da amour propre (özsaygı), amant (sevgili) gibi frenkçe sözcükler de okurların önünü sık sık keser. Ama o bunlara, Recaizade Mahmut Ekrem gibi, zıpçıktıları saraka etmek istediği vakit yanaşır.
İbnülemin Mahmut Kemal de frenkseverlerden kimilerini Son Asır Türk Şairleri’nde sergilemekten geri kalmaz. Bir tanesi Mahmut Nedim Paşanın şairliği anlatılırken ortaya çıkar ki promönad (gezinti) sözcüğünü içeren tümce tıpkısına şöyledir:
- Reşitpaşazade Mehmet Cemil Paşa -Dışişleri Bakanlığına atanıp İstanbul’a gelirken- Viyana’daki konuşmada Avusturya İmparatoru François Jozef: “Sizin görevlileriniz promönada girdi. Bir yerde durmaksızın boyuna dönüyorlar” diyerek sadrazamlığın delirek işlerine taş atmıştır.
İbnülemin nice ozanın kavurmasını yaptıktan sonra kendisi de şairliğe ve alafrangalığa imrenecek ve kantatil (şarkı, şiir) sözcüğüyle şu ikiliği ekrana getirecektir:
Nesrine hayran idi ehli edep
İstese tanzim ederdi kantatil
Doğrusu daha birçok yazar monbey’li sözcüklerin yüzüne duramamıştır. Namık Kemal “fotoğraf” demez “fotografi” der. Ahmet Mithat Efendi “aile” demez “familya” der. Emin Nihat (Müsameretname) “Elveda” demez “adiyö” der. Eşref’in bile adiyö’lü bir şiiri vardır:
Ey vatan ver elini bir sıkayım
Elimizden gidiyorsun adiyö
Ben bu yazının kaldırımını bana atılan taşlarla ördüm.
İstedim ki, yazılarımda bu ve buna benzer sözcüklere raslayanlar şarmaşaşkın olmasınlar ve de bütün bilisizliklerini ortaya döküp al pancar kesilmesinler.
Kaldı ki, ben bu sözcükleri çokluk yazımı süse ve püse vurmak, ondan alaysama uçakları havalandırmak için kullanıyorum.
Bilmem anlatabildim mi?
Kaynak: Salâh Birsel, Kediler, Bağlam Yayınları, Ankara, Haziran 1988, ss. 142-147.