Yazar: Adnan Erdoğmuş
Benim canum uyanıkdur ol ma’şuka bakan benem
Her denize karışmağa ırmak olub akan benem
Irmaklayın ben çağlaram gah gülerem gah ağlaram
Nefsüm ciğerüm dağlaram kibr-ü kini yıkan benem
Kırdım bu nefsüm çerisün bir etdüm burc-u barusun
Pakeyledüm içerüsün can mülkünü yuyan benem
İsmail Ümmi, “Yunus Emre’nin Hayatı ve İlk Muakkipleri”
Abdülbaki Gölpınarlı
Bilinçlerimiz açık, zihinlerimiz mi dağınık? Yoksa zihinlerimiz açık da, bilinçlerimiz mi bulanık? Neden bilincimiz uykudayken zihnimiz sihirbazlığa soyunuyor, binbir film çeviriyor, yaşanmaz rüyalar görüyoruz da; uyanınca, akıl başa dönünce, hepimiz aynı senaryoda sıkışıp kalıyoruz? Rüyalarımız özgür, aklımız tutsak kalıyoruz. Halbuki geceleri uyuyor, gündüzleri yaşıyoruz!
Gün boyu hem iyiyi, hem kötüyü yaşıyoruz. Ruh halimiz de öyle, yaptıklarımız da öyle. Bir mutlu, bir mutsuz oluyoruz. Küçük şeylerle mutlu olmayı beceriyoruz da, yine küçük şeylere neden takılıp kalıyoruz? Sürekli huzuru, kalıcı mutluluğu arasak da neden bulamıyoruz?
Genlerimiz ne kadar aktif, damarlarımız ne kadar besleyici. Aynı bedende hem doğruyu hem yanlışı; hem sevinci hem acıyı, hem bencilliği hem paylaşımı, hem başarıyı hem başağrısını, bu kadar çelişkiyi, bu kadar yükü, aslan yürekli rişar hadi neyse, biz nasıl taşıyoruz?
Bir yanda korku, hırs, nefret, kin ve haset! Bir yanda cesaret, tevazu, hoşgörü ve merhamet! Çoğu zaman çoğu birbiri içinde bir keşmekeş!
Hep iyi olmak istesek de bir yerlerde sanki bir reaktörümüz var biz istemesek de durmadan çalışıyor, durduramıyoruz. Düğmesi nerede bunun? Yok mu bir regülatörü, şalterini bulup kapatamıyoruz. Nefsimize bir türlü tam hakim olamıyoruz. Bile bile lades. Elimizde değil. Bazen şartlı refleks, reaktif davranıyoruz.
Yapmak istiyoruz ancak her zaman yapıcı olamıyoruz. Benzer şeylere kızmaktan, benzer bencillikleri yaşamaktan kendimizi alıkoyamıyoruz. Her birimiz ne işler; ne projeler, ne çözümler geliştirdik işlerimizde, ne problemler çözdük. Kendimizi öyle kolay çözemiyoruz, geliştiremiyoruz. Zorlanıyoruz.
Evde; sokakta, işyerinde hep bir arada yaşıyoruz. Biliyoruz ancak yine de önce bir odaklı kalıyoruz. Ben odaklı davranıyoruz. Benliğimiz çiftliğimiz olmuş. Ne kadar çabalasak da benliğimizi bizliğimiz yapamıyoruz. Olgun bir ben; olgun bir biz öyle kolay olamıyoruz, ben-ben odaklandıkça, “ben oynamam” diye kestirip atabiliyoruz. Yeterince dinlemiyoruz, yeterince empati kuramıyoruz. Koca koca insanlar; hiç mi büyümedik, hâlâ mızıkçılık yapıyoruz!
Neden beceremiyoruz? Dalgalı denizler yerine neden durgun bir gölde; gönlü zengin, ruhu dingin yaşayamıyoruz? Niye bu kadar zor? Niye kıyısına köşesine bu kadar yakınız da bu altın gölün, bir türlü içine dalıp kulaç atamıyoruz?
Muhtacın halinden anlayan; elinden tutan da biziz, birbirimizi muhtaç hallere düşüren de biziz! Dertlere derman olan da biziz, dertleri yaratan da biziz!
Bir kahvenin kırk yıl hatırını sayan da biziz, kırk yıllık dostumuzun hatırını kırk saniyede harcayan da biziz! İnsan insana lazım diyen de biziz; insan insanın kurdu, birbirimizi yiyip kemiren de biziz!
Yüreğimizde kaç deste gül fidanı ekili ve kaç parça diken saplı böyle? Gönül bahçemize bulsak bir bahçıvan; her yeni bir gün doğarken budatsak güllerimizi. Dikenlerimizi birer birer söküp atsa kalbimizden; gonca gonca açıversek iyiliklere her sabah yeniden, taptaze.
Değil bahçıvan; “bir kedim bile yok”sa, peki ya: “Vücut iklimimin sultanı” sen neredesin? Yalnızca buselik makamında mısın? Hiç makamını terk etmez, yardıma koşmaz mısın?
Söyle! Nefsümüzü nasıl dağlayacağız? Bu kibr-ü kini nasıl yıkacağız İsmail Ümmi? Ümüğümüz sıkılı kalmış otomasyon çağında, silikon vadilerde. Peki biz içerümüzü nasıl pakeyleyeceğiz şimdi? Ya can mülkünü nasıl yuyacağız? Öyle hariçten; yüzyıllar ötesinden gazel okumak kolay, gel gör mal canın yongası olmuş, öyle nefsünü kırıp astığın burç tepelerinden bakıp durma halimize, şunun muhtevasını da vereydin ya İsmail Emmi!
Özün sözü. Sözün özü: Dünya fani! Akıl huni! İnsan bir bilmece! Hayat bir bulmaca! Hüzün ve sevinç kareleriyle! Soldan sağa. Yukarıdan aşağıya. Bir siyah! Bir beyaz! Parça, parça!
Bu film: “Bugünkü Program”: Bu hayat kısa. Bu gördüğümüz belki de “Gelecek Program”dan bir parça. Parçaları birleştirmek, bütünü görmek belki de “Gelecek Sezon”a. Belki başka zamanda? Belki başka boyutta? O da varsa? O da oynarsa?
Akıl ermeyince çözmeye. Kimse koşmayınca yardıma. Ne bir bahçıvan; ne bir sultan, ne bir emmi! Hepsi “Neredesin Firuze” gibi farazilermiş meğerse: Derin bir nefes al; çık kendi pencerenden, bak “Karşı Pencere”ne, yaslan arkana, açtım teybin sesini, tam 14. parça, daldır kalbini yüzsün Aksu’larda. İyi geliyor. Dinle!:
Hayat zorlaşınca, çıkmaz sokaklarda soluksuz kalınca
Azalınca manadan, seyyar sevdalarda parçalanınca
Dil yetmeyince, göz görmeyince, gönül hissetmeyince
Kırılınca camdan kalp, dönüp yalnızlığa kilitlenince
O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz
O zaman şarkı söylemeli çığlık çığlığa
O zaman yüreğin yükü hafifler belki biraz
O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz
Dert bitmeyince, bildiğin çektiğine yetmeyince
Düşmanın da kendini yakalayınca, bir daha kin gütmeyince
Dil yetmeyince, göz görmeyince, gönül hissetmeyince
Kırılınca camdan kalp dönüp yalnızlığa kilitlenince
O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz
O zaman şarkı söylemeli çığlık çığlığa
O zaman yüreğin yükü hafifler belki biraz
O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz
“Şarkı Söylemek Lazım”, Sezen Aksu