Yazar: Abdürrahim Sönmez
Modern şehircilik anlayışında reklam alanlarının yeri bellidir.
Gecekondu kültürü, birçok büyük şehrimizin kimliğini değiştirdi, belki de yok etti. Gecekondu, adı üstünde kısa sürede oldu bittiye getirilip yapılan konutlardır. Ekşi sözlükte “1950'li yıllardan itibaren uygulanagelen ve kırdan kente göçü körükleyen devlet politikaları sonucu, kente göç eden insanların kamu arazilerinde bir gecede yapıp oturdukları, başka dillerde karşılığı olmayan ismini de buradan alan, genelde kır kültürünü yansıtacak biçimde tek katlı ve bahçeli olarak inşa edilen baraka cinsi yapı” olarak tarif edilen bu konutlar için 1966 tarihli Gecekondu Kanunu ve Uygulama Yönetmeliği’nin bile olduğunu biliyor musunuz? Bu kanun, gecekondu yapılacak arazilerin kimlere tahsis edilebileceği ve ne tür hizmetlerden faydalanabileceği hakkında bilgiler içeriyor.
Modern şehircilik anlayışına göre, şehirde yaşayanların rahat bir yaşam sürdürebilmeleri için gerekli altyapıların ve sosyal ortamların sağlanabilmesi için belirli düzenlemelere ihtiyaç vardır. Özellikle büyük şehirlerde bu düzenlemeler hayati önem taşımaktadır. Yüz binlerce insanın konut, su, elektrik, temiz hava, kanalizasyon, okul, hastane, alışveriş ve eğlence mekanı gibi ana ihtiyaçlarının karşılanabilmesi ve bunun belli bir düzen içinde yapılabilmesi, muazzam bir organizasyon ve bilgiyi gerektirir. Bu yüzden, devletin ve belediyelerin görevlerini hakkıyla yerine getirmesi çok önemlidir.
1980’li yıllarda üniversite öğrencisiyken, kaldığım yurttan bir arkadaşım vardı. Bir gün Sarıyer sırtlarında ormanlık bir araziye briketlerden ev yapmaya başladığını, bizim de yapabileceğimizi söyledi. Alt tarafı bir kamyon briket ile bir duvar ustasına ihtiyaç vardı. O dönem bana son derece saçma ve gereksiz bir teklif gibi geldi. Birincisi, okuyordum ve yurtta kalmam geçici bir süre için gerekliydi. Mezun olduktan sonra büyük işler başaracak ve konut problemi yaşamama gerek kalmayacaktı. Kazanacağım paralarla ister kiralar, istersem satın alırdım. Gençtim, umutluydum ve her genç gibi büyük düşünüyordum. Dünya bensiz var olamazdı!
İkincisi ise bahsedilen yer, Sarıyer sırtlarında yolu olmayan bir yerdi. İnsan böyle bir yerde evi ne yapacaktı? Ama arkadaşım o evi yaptı, bitirdi ve yurtta kalmasına karşın yatırım olarak elinde tuttu. Üniversite sonrası, o arkadaşı hiç görmedim. Ama, Sarıyer’in günümüzdeki durumunu sık sık görme olanağı buluyorum. Kuş uçmaz kervan geçmez denilen yerlere havuzlu villalar kondurulmuş durumda. Şehrin nefes alacağı yerler tek tek işgal ediliyor ve işgal tüm hızıyla sürüyor. Bugün Kilyos tarafına gittiğinizde, bir sürü yapılmakta olan villa görüyorsunuz. Kilyos mezarlığının çevresinde süren yapılaşma yakın bir gelecekte mezarlığı da yutacakmış gibi görünüyor. O yoğun ağaçlı orman arazilerinin yoldan fark edemediğimiz iç kısımları yavaş yavaş tıraşlanıp, kır hayatını özleyen paralı aileler için villa köyleri haline getiriliyor. Bu arada devlet uyuyor mu diye düşünebilirsiniz; ama zaten şu anda tüm bu yapılaşmaya devlet çanak tutmakta. Uyanık girişimciler, kanun ve yönetmeliklerin açıklarından faydalanarak, ülkeye ait yeşil alanları betonlaştırmaktan çekinmemekteler. İnşaat sektörü şahlanmış durumda. Yakın zamana kadar gazeteleri açtığınızda, tam sayfa site ilanları ile karşılaşıyordunuz. Ne hikmetse, tüm bu ilanlar da lüks konutlara aitti. Yani, bu girişimleri Türkiye’deki konut sorununa çözüm oluyor diye de savunamıyorsunuz, çünkü yapılanlar üst gelir seviyesine hitap ediyor. Deprem Dede’mizi bile bu konutların tanıtım kampanyalarında kullandılar. Sermaye sınır tanımıyor anlayacağınız.
Haydi Kilyos’a doğru yeşili yok etme girişimleri biraz daha gözden ırak kaldığı için pek tepkimizi koyamıyoruz diyelim. Ne de olsa her gün Kilyos’a gidip gelmiyoruz. Ama, şehrin göbeğinde yapılan katliamlara ne demeli?
Hilton Oteli’nin arazisi satışa çıkarıldı ve 250 milyon dolara bir işadamımız tarafından satın alındı. Arazinin yeni sahibi, buraya büyük bir iş merkezi yapmayı düşünüyormuş. Bunu duyunca çok üzülmüştüm. Çünkü, 1962 doğumluyum ve Hilton Oteli kendimi bildim bileli var. İstanbul’un simgelerinden biri olmuş. Ama sonradan öğrendim ki meğer Hilton Oteli, İstanbul nazım imar planında yeşil alan olarak bırakılan bir yere inşa edilerek, aslında ilk yeşil talanını başlatan yapılardan biriymiş. Dönemin iktidarı, Türkiye’nin Amerikan sermayesine kapılarını açmasını uygun görmüş ve şu anda bulunduğu yeri tahsis etmiş. Gelecek tepkilerden çekinildiği için de bu araziyi Emekli Sandığı’na devretmişler. Yani, Hilton Oteli, Emekli Sandığı’nın kiracısı olmuş. Son özelleştirme furyasında da bu arazi özel sektöre devredilmiş oldu. Anlayacağınız, bu talan anlayışının tarihi son iktidarla başlamamış.
Şu sıralarda Maçka Parkı çevresi de talan altında. Bu civar, belediye başkanının da çabalarıyla şehrin yeni eğlence ve alışveriş merkezi haline getiriliyor. Yüksek kiralardan dolayı civardaki küçük esnaf dükkanlarını teker teker kapatırken, büyük markalar prestij mağazalarını açıyorlar.
Bu arada Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nun hemen arkasındaki atölye girişine bir eğlence merkezi açıldı. İlk başta yeşillikler arasında pek fark edilmiyordu; ama daha sonra magazin basınında, Cahide Sayfiye adındaki bu mekan, sosyetenin yeni eğlence merkezi olarak yer almaya başladı. Bununla birlikte, buranın önündeki ağaçların kesildiğini, yeşil alanın otoparka dönüştürüldüğünü, bununla yetinilmeyip Şişli Evlendirme Dairesi’ne doğru bir yol açıldığını gördük. Bu da buradaki talanın daha bitmediğinin habercisi idi. Çünkü, Şişli Evlendirme Dairesi’nin tartışmalı alanının otopark ihtiyacı bir türlü giderilemediği için, buradaki ağaçlar da kesilmeye başlandı.
Ama bu civardaki en göze batan talan, gerçek bir gecekondulaşma örneği G-Mall alışveriş merkezi. Bu alışveriş merkezinin yapılması çok ilginç bir örnek. Aşıkların el ele sonbahar yaprakları arasında dolaştığı kartpostal güzelliğindeki bu yolda önceleri sadece bir lunapark vardı. Sonra, Levent Kırca buraya çadır tiyatrosu kurdu. Burada yapılaşmaya müsaade edilmediğinden işi kitabına uydurmak için ismi çadır olan devasa bir yapıydı aslında. İşin içinde sanat olunca kimse sesini çıkarmadı. Bir süre sonra Levent Kırca tiyatrosu bu mekanı terk etti ve yerine bir baktık ki alışveriş merkezi yapılmış. Maçka Parkı’nın yeşil alanı sınırında iğrenç bir kütle. Hemen az ilerisinde bulunan Gökkafes iğrençliğinden aşağı kalmıyor. Şehirlilere biraz yeşil alan bırakabilmek amacıyla, geçtiğimiz yüzyıl başlarında hazırlanan nazım imar planı hiçe sayılmış. Bu yapıların nasıl yapıldığı ve buna kimlerin izin verdiği, ciddi olarak araştırılması gereken konular.
Tabii, böyle gelenekselleşmiş bir anlayışın artık hayatımızın bir parçası haline gelen reklam panolarına da yansıması kaçınılmaz. Bildiğiniz gibi, belediye, reklam panoları için belli alanlar tahsis eder. Bunların yeri ve kapladığı alan bellidir. Aslında, bu reklam panolarının yerleri ve büyüklükleri belirlenirken tüketicinin korunması da göz önünde bulundurulmalıdır. Pratikte böyle bir prensibin uygulandığı kuşkuludur. Sözüm ona yaratıcılık adına, reklam panoları, kendilerine ayrılan sınırların dışına taşmaktadır. Bunun kime ne zararı var, biraz taşırmışlar, diye düşünebilirsiniz. O zaman Sarıgazi’de mafyadan alınan arazilere dikilmiş, paraları oldukça kat çıkacakları için sıva bile yapılmadan oturulan gecekondu diye nitelediğimiz yapılara da ses çıkarmamamız lazım. Çünkü, mantık aynı değil mi? Size ait olmayan alanı kullanıyorsunuz. O alan ki tüm şehre ait.
“Biz zaten gecekondulara da ses çıkarmıyoruz” diyorsanız, o zaman benim de söyleyecek bir sözüm yok.
*Macline Ekim 2006 sayısında yayımlanmıştır.